Urban Myths izlemek sadece bilenlerin gittiği çok şık ve lüks bir restoranda son derece pahalı bir tadımlıkla damağınızı bambaşka bir tatla şaşırtmak, ödüllendirmek ve mest etmek gibi bir etki yaratıyor… Tadımlık çünkü sadece 20-25 dakikalık mini bölümlerden oluşuyor. Sadece bilenlerin izleyebileceği bir dizi, çünkü entelektüel alt yapısı olmayana hiçbir şey söylemiyor. Biraz Dylan, Beckett, Hitler filan bilmek gerekiyor en azından. Dolayısıyla ne romantik komedi, ne durum komedisi ne de ütopik veya distopik mizah yaratıcılığı söz konusu. Farklı olmak adına birbirinin neredeyse aynısı içerik ve işleyişle ilerleyen klişe işlerin hiçbirine benzemiyor. Değişik, özgün, rafine ve sofistike yani!
Modern şehirlerin ürettiği yeni folklorik masallara şehir efsaneleri denilebilir. Tamamen bir yalandan, hayalden ve/ya korkudan doğmuş olabileceği gerçeği bir yana toplumsal anlatıların ortak bir bilinçaltı birikimi ve ihtiyacıyla üretilmiş olması da akılda tutulmalıdır elbette. Kaldı ki gerçeğin kendisi de kurgu değil mi zaten? Günümüzde teknolojinin de gücüyle şehir efsaneleri çok daha bol ve kolay bir şekilde ‘gerçeği’ istila etmekteyse bu toplum sosyolog ve psikologlarının araştırma alanlarına yepyeni çalışma başlıkları oluşturur. Sonuçta hep beraber üretilen bu anlatılar toplumun zikri neyse fikrinin de o olacağının göstergesi sayılabilir. Her gün çıkan UFO hikayeleri, Ahmet Kaya’nın aslında ölmediği, Haliç’in balçık kaplı tabanının komple altın dolu olduğu, Micheal Jackson’un atalarının aslında Urfalı olduğu, falancanın kesinlikle eşcinsel olduğu gibi şehir efsaneleri elbette bir takım korkuların, ihtiyaçların ve arzuların dışavurumudur. Ve kim bilir belki de doğrudur!
Urban Myth de şehirlerde kuşaktan kuşağa anlatılan ve kulaktan kulağa yayılarak gerçeğe dönüşen ve zaten belki de tamamen gerçekten oluşan abartı ve çarpıklık dolu nefis hikayelerden oluşuyor. Örneğin ilk bölümünde Bob Dylan’a atfedilen hikaye öylesine ironisi güçlü ancak sade bir dil içeriyor ki kahkahayı dondurup derin düşüncelere sevk ediyor. İsmi markaya dönüşen güçlü idollere dair anlatılar kitlelerin gündelik hayattaki benlik sunumuyla ilgili rahatlamaya vesile olabiliyor.
Bob Dylan’ın yaşayıp yaşamadığı belli olmayan bir olay önce tamamen gerçek kabul edilip sonra hikayesi yapılarak ihtiyaç duyulan bir takım doyurulmamış arzu ve hayaller tatmin edilebilir. Dizi de olduğu gibi kim bilir belki bir gün en sevdiğiniz ve rüyanızda bile göremediğiniz bir star, idol veya efsane bir isim evinizin oturma odasında sizi bekleyebilir ve tüm günü sizinle geçirebilir. Tabii ki böylesi absürt bir rüya kendi mizahını doğurur ve öte yandan ne kadar saçma olursa olsun gerçek olma ihtimali canlıdır. Sonuçta ne kadar ulaşılmaz olursa olsun Dylan da, Beckett de, Hitler de insandır. Bu hatırlatma herkesin hoşuna gider ve dizi mitleşmiş karakterleri daha dokunulabilir hissettirirken şehir efsanelerini doğrulayarak ayrıca tatmin sağlar. Tüm bu geçerli sebepler bir yana diziyi biricik kılan yine de kendi içindeki nüanslardan ilerleyen mizahı, estetik gücü, muhteşem oyuncu performansları, tertemiz olay örgüsü ve çağımızın sıkılma hastalığıyla kavrulan insanına haplaştırılmış elitist bir süre sunmasıdır galiba…