Şili sinemasının uzun süre sonra bütün dünyada tanınan ve her filmi başarılı olan bir yönetmen çıkarabilmesi 2000’li yıllara denk geldi. Daha evvel Jodorowsky ile ün kazanan Şili sineması, şimdilerde ise her filmi başarılı olan ve hep daha iyiye giden Pablo Larrain ile konuşuluyor. Agresif bir sinema diline sahip olan ve şiddet ögesinin iliklere kadar işlediği filmlere imza atan Larrain, kendine has bir çizgi de yaratmış durumda. Çocukluğunun etkileri ile Pinochet dönemini anlatmayı tercih eden Larrain, belki de planlamadan Pinochet üçlemesini de çekmiş oldu. Sonradan filmlerinde izlerini çok göreceğimiz üzere politikacı bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya gelen Pablo, katolik eğitim veren bir okulda da öğrenim gördü. Hem siyasi hem din üzerinden yaptığı eleştirilerin kaynağını anlamak için bu bilgiler sanırım referans olacaktır. Üniversite eğitiminde ise artık yolunu seçen ve UNIAAC’dan başarı ile mezun olan Pablo’nun filmlerine politik bir tavrının olmama şansı sanırım çok az yüzdeler ile ifade edilebilirdi. Tabii bu durum onu politikanın içine de itebilir, genç yaşta ebeveynlerinin izinden gidebilirdi ama o sanatı ve sinemayı seçti. Tabii ikisinin harika harmanlanması da kaçınılmazdı. Yani, harika filmler çekmek ve politik tavrında ödün vermemek. Pabla Larrain de bunu yaptı ve hala yapmaya devam ediyor…

Pinochet dönemi, faşist diktatörlüğün etkileri ve Şili üzerinde oluşan baskılar, Larrain’i ve sinemasını da derinden etkiledi. Zaten böyle bir şekilde yıllar geçiren Şili’nin bütün çocukları aynı derecede etkilenmiştir ve farklı şekillerde dışavurumları gerçekleştirmiştir. Bizim ülkemizin bazı dönemlerinde yaşanan ve halkı derinden etkileyen olaylara (Örnek: 12 Eylül) baktığımızda da birkaç nesilin nasıl etkilendiğini net bir şekilde görebilmekteyiz. Larrain de kendi yaşantısından etkilenmiş ve bu sinemasının hem politik hem agresif olmasına sebebiyet vermiştir. Dili ve söylemleri oldukça sert olabilmekte ve tarafını kesinlikle açık etmektedir. Tabii genel algı da bu yönde olunca filmlerinin krşısında duran pek kişi görülmemektedir. Şunu da ifade etmek gerekir ki Larrain filmlerinde kendi söylemleri çok net olsa da eyirciye asla baskı kurmaz. Aynı görüşte olmak, onu kabullenmek ya da karakterlere karşı tavır almak tamamen özgür iradeye bırakılmıştır. Kendini ifade eder ama genel atmosfer oldukça naif ve anlatıları nakşış gibi örer. Bu da izleyiciye karar vermek ve taraf olmak konularında zaman kazandırır, düşünmeye sevk eder. Herkes gibi bir görüşü olsa da bu durum Larrain’in ne kadar objektif olduğunun da bir göstergesidir. Hatta bazı filmlerinin bazı anlarında mizahi yönünü de kuvvetli bir şekilde kullanır. Bu da geçmiş olayları unutmamak ama onlarl bşa çıkmak için yöntem olarak mizahı kullanabilmek demektir ki kara mizah dediğimiz türü Larrain sinemasının önemli soslarından biri olarak görürüz. En acı dolu anıyı hatırlarken bir yandan kahkaha atabilmek ve onu bu şekilde yad etmek harika bir duygudur. Asla unutulmayacak, unutturulmayacaktır ama artık onunla dalga geçebilmekteyiz… Larrain, din konusunda da söylemlerini sakınmayan ve sonunda bununla ilgili büyük bir film de yapan bir yönetmen. Katolik eğitimi alışı ve ebeveynlerinin etkisi ile işin temelleri hakkında bilgi sahibi de olan Larrain, rahipler üzerinden bu gibi bir filme, tokat gibi bir hikayeye imza da atmaktan geri kalmadı. Rahipler üzerinden, din, varoluş, kefaret gibi kavramlara değinen yönetmen, her detayı, hiç atlamadan ve en pis haliyle izleyici ile buluşturdu. Siyaset ve din, Larrain kamerasından süzüldü ve sonuç hanesinde kesinlikle sınıfta kaldı.

Yenilikçi denemeler yapan, karakterleri ve diyaloglarını her filminde yeni bir şekilde bize sunan Larrain, her filmindeki bu yeniliklere atmosfer yaratımı ve sinematografi alanlarında da bir şeyler eklemeyi başarıyor. Mercek kullanımı, ışığın farklı bir şekilde hikayelere eşlik edilişi, tonların anlatıya göre değişip vals yapması ve kurulan şahane atmosfer. Larrain her filminde farklı olmayı ve büyüleyici bir şekilde bunları kullanmayı çok iyi biliyor. İşin içinden gelmesi ve yapım şirketini sinema sevgisi ışığında kullanması da tabii ki çok büyük bir etken. O sebeple teknik konularda da epey yetkin ve yenilikçiliğe çok açık. Puslu manzaralar, pastel renkler, gri tonlar, soluk renkler ya da bunların tam tersi. Olayın gidişatı, etkisi ve istenen çözümlemesi ne ise ona göre ayarlanan bir görsellik ve elbette şölen. Buradan hareketle şiirsel sinemanın da Malick ve Sorrentino gibi sinemacılarının yanına Larrain’in eklendiğini de söyleyebiliriz. Tıpkı onlar gibi anlatı çok önemli, görsellik üst düzey ve her defasında yepyeni. Şiddeti, ahlaki çöküntüleri ve dönemlerin yarattığı acıları perdeye yansıtan Larrain, günümüzün şimdiden en önemli yönetmenleri arasından ve giderek sinemasını daha yukarıya taşıyor.

Filmleri

2006 yılında ilk uzun metrajını Fuga adıyla çeken Larrain, daha ilk filmi olmasına rağmen birçok festivalden ödülle döndü. İlk film ödüllerinin bazlarının da sahibi olan Larrain, filmde bir müzisyenin çalkantılı hayatını anlatıyor. Sarmal kurguyu tercih eden Larrain, bu anlamda daha ilk filmi ile izleyiciyi zorluyor ve kurduğu atmosfer ile de etkisi altına almayı başarıyor. Kullanılan renklerin, kadrajların ve mekanların son derece akılda kalıcı olduğu Fuga, ilk film olarak fazlasıyla sınıfı geçiyor ve Larrain, arkasına cesaret rüzgarını da katıyor. Bundan yaklaşık üç yıl sonra 2009’a geldiğimizde ise İstanbul Film Festivali’nde Tony Manero isimli bir filmle izleme şansı buluyorduk Larrain’i. Festivalin en iyi filmi de seçilen yapımın hikayesinde ise John Travolta’nın Saturday Night Fever filmine obsesif derece bağlı bir adamın hayatının anlatılıyor. Larrain’in başyapıt seviyesine yaklaştığı ilk filmi olma özelliği de taşıyan Tony Manero, müthiş bir gerilim yaratmanın yanı sıra Pinochet döneminin ilk etkilerinin yoğun yaşandığı döneme de ışık tutuyor. Larrain, kurallara karşı gelmenin, ahlaki çöküntünün ve isyanın filmini çekiyor ve sert bir üslupla izleyiciye aktarıyor. Bu film, aynı zamanda , gayrı resmi olarak Pinochet Üçlemesi diye adlandırılan serinin de ilk filmi olarak kayıtlara geçiyordu. Hemen bir sene sonra bu kez çok dah hazmı zor Post Mortem filmini izleyici ile buluşturuyordu Larrain. Pinochet dönemini en sert ve şiddet dozu en yoğun zamanını anlatan film, bir morg görevlisi üzerinden derdini anltıyor. Katliamları ve Pinochet zaferinin yansımalarını perdeye apolitik bir karakter üzerinden anlatan Larrain otopsi sahneleri ile de izleyicinin sinirlerini alt üst ediyor. Bunu yapıyor, zira o dönem hayatı alt üst olan insanlar ile de empati kurulabilinsin. Tabii tarafı net olmasına rağmen tahlil yine seyirciye kalıyor ve kanı donan seyircilere bile bir söylem hakkı tanıyor. Muhteşem planlar, yine yenilikçi atmosfer ve akıllardan çıkmayacak finali ile de Post Mortem övgülere boğulmayı başarıyor. 2012 yılına gelindiğinde ise Larrain adını hiç olmadığı kadar çok ve geniş platformlarda duyuracaktı. Oscar adaylığı da getiren No filmi, Gael Garcia Bernal’in başrolü üstlendiği ve Pinochet Üçlemesi’nin de son filmi oluyordu. Reklam kampanyası üzerinden ilerleyen ve Pinochet’in referandumuna odaklanan hikaye, katıldığı hemen her festivalden ödülle döndü. Faşizmin artık sonlarına gelinen süreç yine net ama objektif bir biçimde peliküle aktarılıyordu. Artık biçim ve içeriğin uyumu, etkisi ve kullanımı had safhaya çıkmış, siyaset ve mizah harika harmanlanmış, Pinochet dönemi gibi üçleme de yavaşça ama derinden son bulmuştu. Larrain bütün dünya tarafından iyice tanınmaya başlamış ve her ülkenin sinemacılarına ulşacak seviyeye gelmişti. Arada bir belgesel çekerek üç sene zaman geçiren ve ilk defa bu kadar ara veren Larrain, El Club filmi ile sahalara başyapıt ile geri dönüş yapacaktı. Katolik rahiplerin, taciz ve işledikleri diğer günahlarından arınmaları için yollandıkları bir tecrit evinde geçen hikaye, rahiplerin ait olma duyguları, varoluş ve vicdan sancıları arasından gidip geliyordu. Larrain ise ışığı harika bir yardımcıya dönüştürüyor, sürekli pürü pak bir ışıltı içerisinde rahipleri anlatıyordu. Gri tonların ağırlıkta olduğu sahneler ise vicdanları derinden kurcalıyordu. Din konusundaki söyleler her zamankinden sert ama doğruydu. Katolik eğitim gören Larrain, hesabı kitabı en net şekli ile önümüze koyuyor ve bir kez daha kendisine hayran bırakıyordu. Bir sene sonra, yani bu sene ise Larrain’in iki biyografik proje ile karşımıza çıkacağı duyuruldu. Bunlardan ilki Pable Neruda’nın hayatından bir kesitti, diğeri ise suikast gölgesinde acılar yaşayan fist lady Jackie Kennedy. Bunların ilki olan Neruda’yı büyüsünden hala çıkmayacak şekilde etkilenerek izleme fırsatımız oldu. Şair, komünist ve politikacı Pable Neruda’nın hayatından bir dönemin anlatıldığı film, inanılmaz etkileyici bir şiirsellik ile donatılmış. Neruda hikayesine de zaten bu yakışırdı. Atmosfer olarak da eşsiz bir deneyim olduğunu belirtmek ve sinematografi anlamında ders niteliğinde tercihlerin olduğunu ilave etmek gerekir. Diyalogların aktarımında daha evvel görmediğimiz bir mekan sıçrama yöntemi uygulanmış ve izlerken hayranlığı gizlemek güç. Atmosfer yaratım konusunda zaten yetenekli olan Larrain, kendini de aşmış ve ortaya kesinlikle deneyimlenmesi gereken eşsiz bir sinema örneği çıkmış. Sinemayı sinema yapan bütün unsurların bir arada toplandığı muazzam bir yapım. Kesinlikle başyapıt ve yılın en iyi filmlerinden biri.

Son Söz

Artık ustalığını fazlasıyla ispatlamış olan ve bu ay gösterime girecek Jackie filmi ile bunu daha da artıracağından zerre şüphemiz olmayan Larrain sinemasını, 2000’li yılların ve modern sinemanın başlarına yazma vakti geldi. Her filminde daha iyiye oynayan ve yeteneklerini hem geliştirip hem hayrnlık derecesinde sunan Larrain, farklı türlere imza atmaya başladığından beri onun da üstesinden geleceğini göstermiş oldu. Sinemayı sinema yapan birincil unsurlardan sinematografi ve atmosfer, yani kısacası biçim konusunda usta bir yönetmen olduğunu kabul etmemiz gereken Larrain, yazıda daha evvel de bahsettiğimi üzere adını Malick ve Sorranetino gibi büyülü sinemacıların yanına yazdırmaya aday. Şiirsel sinemasını, görsel bir şöeln ile destekleyen ve dert anlatma anlamında çok net olan Larrain, önümüzdeki 20 seneye damgasını da fazlasıyla vuracaktır. Pinochet’in yaralarını sarmaya çalışan, Şili’nin ve mücadelenin çocukları ise Larrain sineması ile temsillerini bulacak ve 7.sanatın büyüsü ile vücut bulacaklar. Pablo Larrain, her sinemasever için artık başucu yönetmenlerinden biri. Siz hala tanışmadıysanız kendinize bir iyilik yapın ve bu büyüye kollarınızı açın.

 

Onur Kırşavoğlu
1982 İstanbul doğumlu. Baba mirası sinema sevgisini kendisini bildi bileli kalbinde taşıyor. 2008'de Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu'ndan 2017'de ise Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümünden mezun oldu. 2014 yılında Pera Sinema'da sinema eleştirileri yazmaya başladı ve hala aynı mecrada yazılarına devam ediyor. Daha sonra bir dönem Vagon Dergi'de yazıları yayımlandı. Aynı dönem Doğu Batı Dergisi'nde "Türk Sinemasının Çöküş ve Yükseliş Dönemleri" adlı makalesi yayımlandı. 2016 yılında Filmarası Dergisi ve Cine Dergi'de yazmaya başladı ve hala bu mecralarda severek yazmaya devam ediyor. Üç senedir Antalya Uluslararası Film Festivali'nde danışmanlık görevi üstleniyor ve bu görevine hali hazırda devam etmekte. Sinefoli adlı sinema programında bir sezon metin yazarlığı da yapan Onur Kırşavoğlu 2017 Ocak ayından itibaren Sinematürk sitesinin Genel Yayın Yönetmenliği görevini sürdürüyor ve yazıları / röportajlarıyla aktif kariyerine devam ediyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.