Ferzan Özpetek, sinemasını sevdiğimiz, saydığımız, ilgiyle takip ettiğimiz usta bir sinemacı. Türkiye ve İtalya’nın ortak gururu. “Hamam”, “Harem Suare”, “Cahil Periler” gibi önemli filmlerle kariyerine başlayan Özpetek, dünya sinemasında da önemli bir konumda. Ancak usta yönetmenin İstanbul’da kendi romanından uyarlayıp çektiği “İstanbul Kırmızısı” neden bu kadar hayal kırıklığına uğrattı bizleri?
Uzun yıllar yurt dışında yaşayan yazar ve editör Orhan Şahin, ünlü yönetmen Deniz Soysal’ın ilk kitabı üzerinde çalışmak için İstanbul’a gelir. Deniz zenginliğinin son demlerindeki ailesiyle birlikte bir yalıda yaşamaktadır. Orhan, kendini ilk günden Deniz’in karmaşık ilişkileri, esrarengiz arkadaşları ve aile bireylerinin ortasında bulur. Yıllar sonra döndüğü İstanbul’u yepyeni gözlerle keşfederken, unuttuğu duyguları yeniden yaşamaya başlayacaktır. Filmin başrollerinde ise Halit Ergenc, Tuba Büyüküstün, Mehmet Günsür, Nejat İşler, Serra Yılmaz, Selim Bayraktar, Zerrin Tekindor, Çigdem Onat gibi önemli isimler yer alıyor.
Neresinden bakarsanız bakın Özpetek’in filmografisinin en kötü işi İstanbul Kırmızısı. Kibir ve ego içinde yaşayan ve inorganik dertler arayan bir aristokrat aile ile ne istediğini bilmeyi beceremeyen orta üst sınıf aile dostlarının ortak bir gizemli polisiye olaylar örgüsü içine çekildiği bunalımlı bir öykü… Hayal kırıklığımızın en büyük atar damarlarından biri senaryo ve diyaloglar; en ağlak Türk dram dizilerinde bile göremeyeceğimiz ve hiç bir anlamı olmayan sözler (Misal: Vedalar gözleriyle sevenler içindir. Gönülden sevenler asla ayrılmazlar!), günlük hayatta duyduğunuzda gülme hissine kapılacağınız aşikar olan üstten bakan cümleler, hikayenin hali hazırda kafa karıştırıcılığını iyiden iyiye azdıran ve seyirciye hiç bir yardımı olmayan yan hikayeler, karakterler… Neden alt mesaj verme kaygısı taşıdığını anlamadığımız bir Özpetek, olayla hiç ilgisi yokken bir Kürt meselesini yan hikaye olarak filme yedirmeye çalışıyor? Madem bunu yapacak orijinal kitaba niye sadık kalmıyor? Kitabı okumadım ama gezi olaylarını fona aldığını öğrendiğimde şaşkınlığım biraz daha arttı senaryoya karşı. Bir sanatçı kendi yazdığı kitabı kendi senaryolaştırıp filme alırken gezi olayları fonunu neden kaldırır? Neden çekinir? Neden ürker? Yazdığı esere saygısı bu kadar mı azdır?
Türkiye’nin en iyi oyuncuları buysa (Halit Ergenç’i tenzih ederek) vah halimize dedirtecek kadar inandırıcılıktan uzak performanslar seyirciyi oldukça şaşırtabilir. Ne Büyüküstün, ne Gürsu ne de İşler rollerine oturmamış, karakter yaratamamışlar. Sette Özpetek’in ağırlığı altında ezilmiş olabileceklerini düşünmemek elde değil. Hele ki Serra Yılmaz. Anayurt Oteli’nden beri oynadığı her filmde aynı ‘karikatürü’ canlandırmaktan bıkmadı mı? Hadi o bıkmadı, Özpetek onu oynamaktan sıkılmadı mı? Biz seyirci olarak bezdik! Süreyya karakterini oynayan Çiğdem Onat ve Orhan’ın ablasını canlandıran Zerrin Tekindor’un tadımlık performanslarıyla biraz olsun rahatlarken, oyunculuk sanatının ne olduğuna dair güzel bir ders Halit Ergenç’ten geliyor. Filmin yapaylığının arasında adeta çırpınıyor Ergenç. Öylesine büyük bir oyuncu ki, sahnesindeki herkesi figüran konumuna indirgiyor. Çoğu zaman bakışlarıyla çözüyor işi, vermek istediği duyguları tanımlıyor anında. Hele, Neval’in kocasına Neval’e olan sevgisini anlatırken bir seyirci olarak yüreğinizi titretiyor. İzlemediyseniz Halit Ergenç’in oyunculuk dersi verdiği Misafir adlı filmi şiddetle izlemenizi tavsiye ederim.
Filmin ender güzelliklerinden biri -gereksiz ve aniden karşımıza çıkan close up çekimler hariç- İstanbul boğazının enfesliğini aktaran görüntüler ve de karakterlerin derinleşmesine yardımcı olmaya çalışan müzik kullanımı. Bu konuda hakkını yemeyelim usta yönetmenin.
Neyse… Bizden sana tavsiye, sen yine İtalya’da İtalyan oyuncularla yolculuğuna devam et usta. Sevdiğimiz, alıştığımız ve senin de bildiğin gibi…