Belgeselin konu edindiği gerçeğin fiyatı olmaz, satın alamazsınız!
“Çok ilginç” yapımlar belgesel adı altında izlettirilmeye çalışılıyor. Günü birlik çekilen sudan konular, magazine kaçan komik olaylar, haber dosyalar belgesel değildir.
Türkiye’de belgesel sinema denince akla ilk gelen isimlerden biri: Ertuğrul KARSLIOĞLU. 1995’de sinemanın 100. yılı nedeniyle Keçenin Teri belgeseliyle “Yüzyılın Belgeseli” ödülünü alan üç yönetmenden biri olan ustayı dergimizin 100. sayısında ağırlamak bizim için ayrıca anlamlı oldu. Bir yandan üniversitede Belgesel Sinema ve Sinema Dili üzerine dersler. Bir yandan yeni belgeseli Sonsuzluğa Mühürlenen Kentler Mardin-Matera’nın çekimleri, bir yandan festivaller, jüri başkanlıkları, paneller, söyleşiler, yeni projeler derken nihayet 100. sayımızda buluşabildik.
Sizin TRT’de bu işe başladığınız yıllarda belgesel algısı nasıldı? Bugün belgesel
denince akla “hayvanlar” geliyor çoklukla?
70’li ve 80’li yıllarda belgesel filmlerin çoğunluğu insana dayalı
yapımlardı. Sinemalarda belgesel gösterim yok denecek kadar azdı.
Televizyonun neredeyse her eve girmesiyle önce yabancı belgeseller ve
daha sonra da yerli belgeseller izleyiciye ulaştı. Geniş halk
kitlelerinin kendi gerçeklerini görüp, tarihine, yaşadığı coğrafyaya,
bu coğrafyada oluşan kültürlere ilişkin bilgileri arar duruma
geldiğini fark etmemiz uzun sürmedi. İzleyicinin halen o dönemlerin
belgesellerini anımsamasının bir nedeni de bu olsa gerek. Bizim dönemde TRT’de hayvan belgeseli çekildiğini anımsamıyorum. Şimdilerde çekiliyor galiba. İyi de oluyor. Ancak nedense şimdi belgesel denince hayvan belgesellerinin akla gelmesi, halkı tanımamaktan geliyor. Ne demek bu. Şu demek; yapılıp yayınlanan yüzlerce
belgeselden çok azı izleyiciye ulaşıyor! Geriye kalan ürünlerin çoğu araştırma yapılmadan, sığ bilgilerle bir-iki günde çekilip, takla attırılarak kurguladıklarını sandıkları sıradan işler oluyor. Ve bu filmleri yayınlayanlar da, yılların verdiği deneyimle belgeseli ciddiye alan, düzeyini anlayan, içeriği algılayan düzeyli bir izleyici kitlesinin farkında değiller.
Yani düzeyli izleyici kitlesi es mi geçiliyor? Öte yandan yeni belgesel seyircisi yetiştirilmiyor mu diyorsunuz?
E biraz öyle değil mi Semra! Belgesel diye yayınlananlara bir baksana! Oysa izleyici 70’li yılların başından itibaren uzun süre kaliteli yapımlarla beslendi. En azından bilinçli bir belgesel izleyici kitlesine dönüştü. Belgeselin ne olup olmadığı konusunda bilgi sahibi oldu. Ama görüyor ve izliyorum, çok ilginç yapımlar belgesel adı altında izlettirilmeye çalışılıyor. Günü birlik çekilen sudan konular, magazine kaçan komik olaylar, haber dosyaları (burada şunu belirteyim haber dosyaları gerçekten çok kaliteli televizyon yapımlarıdır ama belgesel değil)… Bu yayınları genç nesil, belgesel film, belgesel sinema buymuş diye izliyor ve gerçek belgesel algısı da yavaş yavaş güme gidiyor!
O zaman “kitap okurum, müzik dinlerim belgesel izlerim” diyen seyirciye ne diyelim? Kızmayalım mı onlara?
Kızmamalıyız! Çünkü kaliteli, anlayan, bilen bir seyirci kitlesinin yetişmesi hiç kolay olmadı ülkemizde.
Belgesel Sinemamızın bugünkü durumunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Çok üretim var, birçok TV kanalı belgesel
yayınlıyor. Bazı kanallar yayınlamak zorundalar! İşte sorun bu nedenle
ortaya çıkıyor! Ne demek illa belgesel yayınlayacağım. O saati şu
içerikli belgeselle dolduracağım. Allah Allah. Ne bu be, boyahane
küpü mü daldır çıkar belgesel olsun.
Araştırmadan, bilgi ve belgelere ulaşmadan, zamanı, ışığı beklemeden
kısacık bir sürede çekip yayınlamak belgesel oluyor ise biz şimdiye
dek belgesel yapmamışız!
Çok az paralara belki de insanlığın geçmişine ilişkin bir tarihsel
olayı aydınlatacak belgeyi kamuoyuna sunacak belgesele üç otuz para
vererek o konunun yalap şap hazırlanmasına ve tabii ehil olmayan ellerde yok olmasına neden olunuyor..
Ancak çok üretimin olması başarısız, derdini anlatamayan işlerin
yanında, iyi olan belgesellerin de artmasını sağlıyor şüphesiz. Bir süreden beri oldukça yetenekli genç yönetmenler yetişti. Çok başarılı belgesel yaptılar. Yapıyorlar. Belgesel sinema örneklerine tanık oluyoruz. Bu genç yeteneklerden Kurtuluş Özgen, Hasan Basri Özdemir, Musa Ak, Turgay Kural, Tayfun Belet, Muhammed Beyazdağ, Murat Türten ve daha sayamadıklarım…
Sizin belgesel algınız, olmazsa olmazlarınız neler? Belgeselle kurmaca arasındaki ince çizgi ne sizin için?
Ben belgeseli, “gerçeği yaratıcı bir biçimde yorumlayan”lardanım. En azından belgesellerimde işin yaratıcılık yanına ağırlık verenlerden. Tanımlamam böyle. Senin de bildiğin gibi bu Grierson’un 1930’larda belgeseli tanımladığı tümce. Gerçeğin peşindeyken
görselliğe aşırı özen göstermek, kurguyu kes-yapıştırın ötesinde
düşünmek, müziği, efekti, varsa metni bir bütünlük oluşturacak biçimde
oluşturmak… Olmazsa olmazlar diyorsun ya işte bunlar.
Gelelim kurmacayla belgesel film arasındaki temel ayırıma. Kurmaca
adından da anlaşılacağı üzere yazarın, senaristin ya da yönetmenin
hayal dünyası, fantezisinin ürünü iken belgesel yaşadığımız gerçeğin
kendisi. Kurmaca filmde hayallerin sınırını bile zorlayarak ötesine
geçebilir, istediğiniz biçimde izleyeni yönlendirebilirsiniz. Ya da
eğlendirebilir, korkutabilirsiniz. Belgesel de ise karşınızda duran
gerçeğin özüne dokunmadan, bozmadan, eğer içinde gerilim, acı, eğlence yani ne demek istiyorsa gerçek, onu bulup çıkarmanız lazım. Temel fark bu.
Hayal kurmak bedava ama hayalinizi film yapmak çok pahalı. Kolay mıdır
uzay gemileri inşa edip uzaydaymışçasına dolaştırmak! Ya da ortaçağ
şatosunda bir entrikayı anlatmak. Ciddi finans gerektirir hayalin
gerçekleştirilmesi. Belgeselin böyle bir derdi yok! Derdi var ama
bunlar değil. Onu bulmak ortaya çıkarmak için ne kadar masraflı
araştırma ve çekimler yaparsanız yapın, uzay gemisi ya da istasyonu
tasarımı için sarf edilen paranın yanında belgesele harcanan paranın
esamesi okunmaz. Ancak belgeselin konu edindiği gerçeğin fiyatı da
olmaz, satın alamazsınız! O gerçek sosyolojik bir vaka ise yüzyılların
imbiğinden süzülerek gelmiştir. Hayal değil yani.
İzleyiciye gelince, kurmacanın izleyicisi tabii ki daha fazladır çünkü
hayal pazarlıyor kurmaca.
Keçenin Teri belgeselinizin sırrı neydi? Neden bu kadar çok
sevildi ve sahiplenildi?
Keçenin Teri belgeseli yaptığım tanımın tam karşılığı
bence! Bu kadar çok tutulmasının, sahiplenilmesinin bir kaç nedeni
var. Bunlardan önemlilerini sıralayacak olursam ilk sırayı akıtılan
emek ve alın teri alır. Bu üretim biçimi izleyende şok etkisi yaratır.
Keçecilerin keçeyi hamamda döverken canını dişine takarak akıttığı
terin her damlası izleyenin yüreğine damlar gibidir. Özgün bir üretim
biçiminin son demleriydi. Yıl 1989. Urfa’da çekmiştik. Şimdi artık böyle keçe üretilmiyor. Ve tabii belgesel sinemaya örnek olarak alınabilir Keçenin Teri.
Biz bunu 16 mm çektik, ses ve efektleri Nagra ses aletiyle kaydettik. Keçe döverken çıkarılan sesler gerçekten insanların içini titretti. O sesi bir çok yerde duyabilirsiniz. Dayak yerken, dayak atarken, odun kırarken, ya da seks yaparken… O sesi ilk duyduğumda benim de tüylerim diken diken olmuştu ve bunu seyirciye geçirdik. O ter damlarını, o sesleri seyirci kendi bedeninde hissetti adeta.
Bir nevi hayatın sesi ve görüntüsüydü, mücadelenin sesiydi, resmiydi belki de seyirci için. Herkesi bir yerlere götürdü.
Evet gerçekten öyle. Zaten hikâyesi çok etkileyici. Suyla Gelen Kültür’ü çekerken öğretmen evinde kalıyorduk. Bir arkadaşın horlamasından uyuyamamış dışarı çıkmıştık. Öğretmenevinin gece bekçisi (filmde keçeyi yapan genç) dedi ki “Ertuğrul ağabey niye keçeciler hamamına gelip keçeyi çekmiyorsunuz ?” Sanat danışmanımız rahmetli Mehmet Avcıdırlar, aslında gidip araştırma yapmış ve “çok fazla bişey yok” diye bana bilgi vermişti. Anladığım kadarıyla hamama girer girmez dışarı fırlaması bir olmuş. Ve burada zor çalışılır diye de bilgi vermişti bana. Çünkü 40 derece sıcak ve nemli bir hava ve havadaki kıl parçaları insanın nefes almasına engeldi gerçekten. Öğretmenevi gece bekçisinin anlattıklarını dehşet ve merakla dinledim, sabahı zor ettim. Ertesi sabah ilk işimiz oraya, hamam gitmek ve o inanılmaz üretimi görmekti. Ve çekmeye karar verdik. Bir konsept oluşturdum. Bu son keçe ustaları görsel olarak bize keçenin nasıl yapıldığını anlattılar. Hiç sözsüz, müzik ve efektle bu hikâyeyi belgesel film haline getirdik.
En beğendiğiniz belgeseller, belgeselciler, belgesele çaba
harcayan, anlam katanlar kimler?
Yabancılardan söz edecek olursak hemen söyleyeyim Ron Fricke ve
belgeseli Baraka! Bana göre dünyanın şimdiye dek yapılmış en başarılı
belgeseli. Jacques Cousteau, Jean Vigo. Michelle Moore..
Türk belgeselcilerine gelince az önce sözünü ettiğim gençlerin yanında
rahmetli Suha Arın olmak üzere, Hasan Özgen, Sen yani Semra Güzel Korver, Kerime Senyücel, Yılmaz Yıldırım, Cemallettin İrken , Savaş Karakaş gibi değerler var.. Bu ve adını sayamadığım değerlerin her biri ele aldıkları konularla, yaşadığımız hayatın gerçeklerine, dününe, bugününe, ya da onlarca metre derinliklerde bir batığın içinde tarihin karanlığına ışık tutmaya çalışıyorlar. Ya da Nezih Ünen gibi bir yönetmen çıkıp mükemmel bir yöntemle ‘Anadolunun Kayıp Şarkıları’nı belgesel dönüştürüyor. Bu coğrafyada, binlerce yıldan beri süregelen kültürlerin izini sürüyor, buldukları her bilgiyi bizimle paylaşıyorlar. Artık yaşam biçimi olan belgeselciliklerini sürdürmeye çalışıyorlar. Çoğu da sadece yaptığı belgeselin getirisiyle yaşamaya çalışıyor. Araştıran, belge, bilgi toplayan ve sonra yol haritası çıkararak çekimlerini sürdüren belgeselcilerin desteğe ihtiyacı var. Önlerinin açılması, desteklenmesi ve sonrasında da özgürce belgesellerini üretmesi gerekir kanaatindeyim. Bu deneyimli belgeselcilerin toplumun hafızasını oluşturduğunu unutmayalım..
Belgesel neden hep sinemanın üvey evladı olarak kaldı. Televizyonlara, sinema salonlarına, festivallere baktığımızda resim net aslında. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?
Evet öyle. Özellikle de bizim ülkede üvey evlat muamelesi görüyor
belgesel yapımlar. Nedenlerden birisi, içine reklam alamaması! Özel televizyon kanalları tam bir ticarethane olarak çalıştığından, belgesele ayıracağı kotayı çok ucuza kapattığı bir abuk yapımla geçiştiriyor. İnsanlığın en değerli özelliği olan düşünme özgürlüğüne fırsat tanımayan, rekabetin ve kazancın öne çıktığı yapımlarla 24 saati dolduruyorlar. Böylesi bir çalışma belgeselin ruhuna aykırı. Belgeselde yola çıkılırken hiçbir şeyi aceleye getiremezsiniz. Galiba bu çalışma yöntemi de zamanla yarışanlara(!) lüks geliyor. Geriye iki kanal kalıyor bir de festivaller… Bu iki kanalın kapısından dönen deyim yerindeyse, çiçeği burnunda genç belgesel yönetmenleri tanıyorum! Yazık!
Festivaller ise bu genç yeteneklerin gerçekten çok sınırlı olanaklarla filmlerini gösterdiği neredeyse tek yer. Ayrıca usta sinemacılarla tanıştıkları, tartıştıkları bilgi alışverişinde bulundukları ortam festivaller. Bazı yazar arkadaşlarımızın “böyle yapılacaksa hiç yapılmasın” kabilinden serzenişlerde bulunduğu festivallerden söz etmiyorum tabii ki. Ancak küçük- büyük tüm festivallerin yapılmasının, genç yapımcı-yönetmenlere sağladığı yararı, bugün adını andığım-anamadığım genç yönetmenlerin başarılarında görmek mümkün.
Açıklanması gereken daha çok şey var belgesel üzerine Semra. Örneğin nelerin belgesel sinema olduğu. Sonra hangi yapımların belgesel olmadığı, kimlerin belgeseli nerelere sürüklediği, içerikler ve sinema anlatım yöntemleri… İstersen Semra’cığım bunları daha sonraki bir söyleşiye bırakalım.
Daha yeni belgeseliniz Sonsuzluğa Mühürlenen Kentler Mardin – Matera belgeselini konuşmadık ama. Biliyorum kurgusu yeni bitti.
Gösterime girdiği vakit konuşuruz.
Ne zaman gösterim?
Önümüzdeki aylarda Ankara, İstanbul, Mardin ve Matera’da(İtalya) gösteriminin yapılacağını tasarlıyoruz. Şimdiden davetlisin Semra.
Teşekkürler. Merakla bekliyorum. O zaman gösterime girdiğinde hem bu yeni belgeseli konuşur ve hem de belgesel sinema üzerine sohbetimize kaldığımız yerden devam ederiz…
Tamamdır, anlaştık.