Daha evvel Gangs of Newyork ve Analyze This senaryoları ile büyük başarı yakalayan ve You Can Count on Me filmi ile de Oscar adaylığı kazandığı senaristlik yeteneğinin yanısıra yönetmenliğini de kanıtlayan Lonergan, Margaret filmi ile de övgüler toplamıştı. Bu kariyerin bir yerde patlama göstereceğip en üst seviyeye ulaşılacağı bekleniyordu ve bu beklenti hep mütevazi bir başarı odaklaydı. Hatta Manchester by the Sea ilk duyulduğunda ve festivalleri dolaşmaya başladığında bu mütevazi hava koklanmaya başlamıştı ama kimse bunun bir başyapıt seviyesi olduğunu sanırım düşünmemişti. Hayatın tam içinden, olabildiğince yalın ve saf bir sinema örneği Manchester by the Sea…
Film, ölen kardeşinin oğluna bakmakla yükümlü olan sıradan bir adamın hikayesine odaklanıyor. Burada devreye ilk olarak zaten muhteşem bir senarist olan Kenneth Lonergan’ın kalemi giriyor. En gerçek haliyle, hiç abartı katmadan ve eksiği de olmayan bir hikaye anlatımı mevcut. Hikaye, olabilecek en kusursuz ve gerçek bir dille aktarılmış. Böylesini yaşamak için Casey Affleck’in canlandırdığı Lee Chandler karakterinin arkadaşı falan olmanız ve ancak gerçek hayatta yaşıyor olmanız gerekir. Hikayenin manevraları, geçişleri ve vurucu anları harka bir ayar içerisinde birleştirilmiş. Lee Chandler karakteri başta çok soğuk, bize de empati şansı tanımıyor ama sonra birden bir flashback ile o mesafe yok oluyor. Bu yok oluş sonrası ona kızmamız hatta nefret etmemiz gereken şeyler öğrenmemize rağmen hiç ama hiç kızamıyoruz. Karakter oluşumundaki gerçeklik ve diyalogların gücü bizi arkadaş konumuna sürüklüyor. Karakter aslında yine soğuk, yine anlaması güç ama biz sersemlediğimizle kalıyor, neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Bonus olarak da suçluluk duygusu, geçmişin ağırlığı ve bunların da sıfır ajitasyon ile önümüze sunuluşu eklenince hikayeye kendimizi kaptırmamamız imkansızlaşıyor. Tabii oldukça umursamaz görünen yeğenin bazı anlardaki kendini ele verişi de yine karakter yaratımının şaheser olarak önümüze serilişi anlamına geliyor. Filmin açılışından kapanışına kadar da her hamle, her söz aynı derece anlam taşıyor ve film bittikten günler sonra bile bunların ağırlığı izleyiciye de geçiyor. Sıfır ajitasyon ile kaburga kemiklerimiz zarar görüyor. Zira, çoğu filmde olan abartı drama, kendini de zora sokar ve izleyici olarak bizi uzaklaştırır. Bu filmde ise öylesine gerçek ki her şey, gerçek olması bizi en derinden etkiliyor ve savurup yere fırlatıyor.
Lonergan, senaristliğin üzerine bir de ynetmenlik beceresini koymayı başarıyor. Filmin açılış ve kapanış sekanslarındaki diyaloglar ve göndermeler, geçmişin hesabını kurgusal olarak yedirerek geleceğe taşımak, anlatım dilini olabilecek ve olması gereken en saf halde kurmak ve elbette harika manevralar. Oyunculuk yönetimindeki ustalıktan bahsetmiyorum bile. Lonergan, adeta yaşayan en büyük yönetmen edasıyla, kendinden ve hikayesinden emin olarak ağlarını örüyor. Bunu yaparken de bize film izlediğimizi bile unutturuyor. Herhangi bir eksik ya da fazlaya düşmeden romanını yazıyor ve imzasını atıyor. Detayları muhteşem bir şekilde işliyor. Filmin bir yerindeki diyalog koca anlatılanın özeti olabilirken, bir başka yerinde geçen cümle kendi hayatımızı sorgulamamıza sebebiyet veriyor. Suçluluk psikolojisini sert bir şekilde önümüze verip unutulmaz bir sahneye imza atmayı da başarıyor, bir tekne motorundan bütün bir anlamı ve devamlılık zorunluluğunu da aktarıyor. Filmin üzerinden zaman geçtikçe alımıza gelip, onu hep düşünme sebebimiz de çok açık. Bu filmde yaşananları birer anı olarak hatırlıyoruz. Sanki biz yaşamış, sanki en yakınımız tam ortasında yer almış ve sanki bu yıllar sonra çocuklarımıza anlatacapımız bizim Lee’nin hikayesi.
Bir de filmde bazı anlar var. An’lardan oluşan harika portreler, yine en derinden yakalayacağımız diyaloglar var. Eski yaşanmışıklar, acılar, pişmanlıklar, sorumluluklar, karşılaşmalar var. Bunların acısı var, ne yapacapını bilemem var. Hayatın birden getirdikleri karşısında hiç yapmam deyip de yapmak zorunda kalmışlık var. Yaşamın kıyısında, aslınd tam ortasınd tutunmaya çalışmak var. Kendini zor idre ederken, kendine neredeyse yetemezken, başkalarına da sahip çıkma gerekliliği var. Bu filmde hayat var, anlar var, her şey var. Hem de üstüne basa basa tekrar ederek söylenmeli ki fazlaı ya da eksiği yok. Bu gerçeklikte bir hikayede en iyi sinemayı hak eder. İşte gerçek sinema bu dedirten bir anlatıyı… Bu filmde o da var, hem de fazlasıyla!
Bu kadar yoğun anlatının içinde kötü, vasat, hatta iyi oyunculuk performansları sırıtırdı. Eksik kalırdı. Zedelerdi ama o konuda da muhteşemlik izleyici karşısında. Bu filmle haklı Oscar adaylıkları alan Casey Affleck, Michelle Wiliams ve Lucas Hedges başta olmak üzere herkes kusursuz. Karşılıklı oynadıkları sahneler de harikulade. Bundan aşağısı bu hikayeye olmazdı. Casey Affleck soğuk, etkileyici ve bütün o ağırlığı hissettiren bir performansa imz atarken, Michelle Williams ise hüzünlü, çaresiz ve büyüleyici. Lucas Hedges ise olağanüstü. Hani kırk yıllık aktör gibi klişesini hak edercesine bilinçli, düzenli. Müzik kullanımı ve geri dönüşleri zerre hissettirmeyen kurgu da muazzam olunca bu film tek keime ile bir “başyapıt”. Yılın en iyi filmi olmasının yanı sıra, demlendikçe büyüyen, üşündükçe saran ve onsuz yapamayacağınız bir şaheser. Yaşadığımız hayat, yitirdiklerimiz, hatalarımız, kararlarımız ve bütün bir ömrün belki başında ya da ortasında olsak bile yarattığı sorumluluklarımız. Manchester by the Sea, kesinlikle bir filmden çok daha fazlası…