“En iyi film listelerinde pek göremeyeceğiniz ama gönül rahatlığıyla kaçırmayın diyebileceğimiz filmler bu listede. İyi keşifler!”
Her yılın sonunda envaiçeşit “en iyi film” listeleri yapılarak, bir nevi biten yılın sinemasal muhasebesi çıkarılır. Okur (ya da izleyici) kötüler ayıklanarak hazırlanmış bu listeleri karıştırarak, kendi beğenisine göre sağlam bir izleme listesi çıkarabilir, kaçırmış olabileceği “iyi” filmleri izleme fırsatı yakalar. Genelde bu listeler, yayınlandığı mecranın (ya da yayınlayan yazarın) ilgi alanına göre ufak tefek farklılıklar içerse de çok büyük sapmalar göstermeden hemen hemen benzer filmleri ihtiva eder. Aşağıda “en iyi film” listelerinde pek göremeyeceğiniz ama gönül rahatlığıyla “kaçırmayın” diyebileceğimiz bazı filmleri bir araya getirdik. İyi keşifler!
Take Me to the River (2015)
Matt Sobel’in ilk uzun metraj denemesi, geçtiğimiz senenin önemli keşiflerinden biriydi. Filmin merkezinde 17 yaşındaki Ryder isimli eşcinsel genç yer alıyor. Cinsel tercihiyle barışık yaşayan Ryder, anne ve babası ile bu konuda sıkıntı yaşamamaktadır. Tabii ki ailenin California gibi görece daha rahat bir şehirde yaşadığını göz ardı etmemek gerek. Ryder’ın anne tarafının geleneksel aile toplanması için Nebraska’ya giden ailenin huzuru, başlarına gelen talihsiz bir olay sonucu kökünden sarsılır. Nebraska’ya giden aileyi araba içinde resmeden bir sahne ile açılan Take Me to the River, aynı aileyi California’ya geri dönerken benzer şekilde resmeden sahne ile sona eriyor. Arada olanlar ise aile bireylerinin (ve belki de izleyicilerin) hayata bakış açılarında değişikliklere yol açıyor.
From Afar (2015)
Sinema konusunda pek fazla sesi soluğu çıkmayan Venezuela’dan müthiş bir ilk film. Lorenzo Vigas’ın yönettiği From Afar, yalnız başına yaşayan ellili yaşlardaki Armando ile suça bulanmış bir hayat yaşamak zorunda kalan 17 yaşındaki Elder’ın kelimenin tam anlamıyla garip ilişkisine odaklanıyor. Vigas’ın didaktiklikten uzak gözlemci tavrı; aşkı, sevgiyi, dostluğu ve hayatı sorgularken net cevaplar vermekten özellikle kaçınıyor.
Journalist (2015)
Güney Kore yapımı Journalist, habercilik hakkındaki zirve filmlerden Ace in the Hole’un (1951) izinden gidiyor. Bir türlü istediği patlamayı yapamayan ve belki de yakında kovulacak olan muhabir Moo-hyuk, şehri kasıp kavuran seri katil hakkında önemli bir ipucu yakaladığını zannedip haber yapar. Rakip kanalları atlattığı haber sayesinde bir anda parlayan Moo-hyuk’un yanıldığını anlaması uzun sürmez. Gerçeği açıklamak ile oyuna devam etmek arasında kalan genç muhabir, istemeden de olsa bambaşka bir yola saparak hiç ummadığı bir sona doğru yelken açar. Journalist, mizahi öğelere fazlaca yer vererek anlatısını biraz sulandırsa da iş ahlakı konusunda önemli laflar eden hoş bir seyirlik.
Maggie’s Plan (2015)
Arthur Miller’ın kızı Rebecca Miller’ın son filmi Maggie’s Plan, biraz fazlaca Woody Allen filmlerini anımsatıyor ama yine de kendi ayakları üzerinde durmayı başarıyor. Başrollerdeki Greta Gerwig, Ethan Hawke ve Julianne Moore’un çizgi üstü oyunculukları ile seviye atlayan, umulmadık derecede çarpıcı bir ilişki komedisi.
A Man Called Ove (2015)
İsveç’ten usta işi bir kara mizah örneği. Hannes Holm’un yönettiği film, 89. Akademi Ödülleri’nin en iyi yabancı film dalında son beşe kaldı. A Man Called Ove, sitelerde ya da apartman yönetiminde sıkça karşılaştığımız “emekli albay” tiplemesine cuk oturan Ove isimli 59 yaşındaki karakterin başından geçenleri anlatıyor. Karısının ölümünden sonra iyice yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça daha da huysuzlaşan Ove, intihar etmeye karar verir ama etrafında olan bitenler her defasında yaşlı adamın nihai emeline ulaşmasına engel olur. Çok komik ama bir o kadar da iç burkan, trajik ama aynı zamanda yüreğinizi ısıtacak, harika bir film.
Other People (2016)
Listedeki bir başka ilk film. Chris Kelly’nin yazıp yönettiği yarı otobiyografik Other People, televizyon dünyasında yer edinmeye çalışan David isimli 29 yaşındaki yazarın hayatının belki de en kötü yılına odaklanıyor. David’in ileri derecede kanser teşhisi konmuş annesi ölmek üzeredir. Son aylarını annesi ile beraber geçirmek isteyen David, ailesinin yanına Sacramento’ya döner. Annesini kaybedeceğini bilmenin acısıyla baş etmeye çalışan David, bir yandan da uzun yıllardır birlikte olduğu sevgilisiyle ayrılma aşamasına gelmesi, babasının eşcinselliğini bir türlü kabullenememesi ve kız kardeşleriyle samimi bir ilişki kuramaması gibi problemler ile uğraşmaktadır. Ciddi sorunları hafif mizah sosuyla veren, yer yer melodrama yaklaşsa da belli bir düzey tutturmayı başaran, hüzünlü bir film.
7 Años (2016)
Başları maliye ile derde giren bir şirketin dört ortağı, buldukları bir arabulucu ile ofise kapanır. Hep beraber hapse girmektense aralarından seçecekleri bir kişinin suçu üstlenmesine karar verirler ama kimse yedi sene hapis yatmaya gönüllü değildir. Netflix için çekilen ilk İspanya yapımı film olan 7 Años, tek mekânda geçen “tırnak yediren filmler” arasında şimdiden kendisine sağlam bir yer açtı bile. Tamamen kısıtlı sayıdaki oyuncularına odaklanan film, anlatısını sinemanın ‘flashback’ benzeri nimetlerinden faydalanmadan, sadece diyaloglar ile şekillendiriyor. Oyuncuların dengeli performansları ve zekice yazılmış diyaloglar ile ayakta duran 7 Años, senenin dikkate alınması gereken TV filmlerinden biri.
Always Shine (2016)
Beth, birkaç düşük kalibreli korku-gerilim filminde ve bir iki reklamda boy göstermiş, biraz ticari başarı kazanmaya başlamış bir oyuncudur. En yakın arkadaşı Anna da oyuncudur ama henüz öğrenci filmleri dışında bir projede yer alamamıştır. İki yakın arkadaş hafta sonu kaçamağı için sayfiyedeki bir eve gelir. Rekabetin ve kıskançlığın şekillendirdiği ilişkileri tedirgin edici bir ortam yaratmakta gecikmez. Daha çok oyunculuğu ile tanıdığımız Sophia Takal’dan etkileyici bir film. Bir parça sıkıntılı geçen ilk bölümde yorulmazsanız, karşılığını fazlasıyla alacaksınız. Anna’nın biraz tuzlu bulduğu oto tamir bedeline itiraz ettiği sahneye dikkat.
Certain Women (2016)
Kelly Reichardt, son filmiyle takipçilerini yine memnun etmeyi başardı. Maile Meloy’un kısa öykülerinden uyarlanan film, birbiriyle bağlantısız üç ayrı bölümden oluşuyor. Bölümler arasında anlatıya etki etmeyen tesadüfi karakter çakışmaları ile her birinin aynı yerde yaşadığına dikkat çekiyor ve böylece zaman ve mekân birliği kuruyor. Adından da anlaşılacağı üzere kadın hikâyeleri anlatan filmin özellikle üçüncü bölümü çok ama çok etkileyici. Filmin geneline hâkim melankolinin, fark ettirmeden içinize işlediğine tanık olacaksınız.
If There’s a Hell Below (2016)
Nathan Williams, ilk uzun metrajlı filminde sessiz, sakin ama gerilimi bol bir casusluk öyküsü anlatmaya girişmiş. Devletin gizli servis kurumlarından birinde çalışan bir kadın ajan, her vatandaşın öğrenmesi gerektiğine inandığı bazı gizli bilgileri basına sızdırmak ister. Bu amaçla fazla tanınmamış bir gazeteci ile buluşur. Çılgın bir paranoyaya hapsolmuş gibi görünen kadın ajan, devamlı takip edildiğinden şüphelenmektedir. Olayı fazla ciddiye almayan gazeteci ise ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Primer (2004) ile Brick (2005) arasına bir yere yerleştirebileceğimiz If There’s a Hell Below, finaliyle bir parça hayal kırıklığı yaratıyor. Ancak filmden sonra aynı Primer gibi bir dolu tartışmayı da beraberinde getirmeye müsait ayrıntılarla bezeli olduğunu da eklemek lazım. Nathan Williams’ın bir sonraki filmini merakla bekliyoruz.
Murat Kızılca