1964 doğumlu Keanu Reeves, yeri geldi romantik filmlerde, yeri geldi aksiyon dozu yüksek filmlerde oynadı. O diğer bazı meslektaşları gibi çalkantılı, inişli çıkışlı yaşamı ile değil de daha çok mütevazi ve ışıltılı hayatlardan uzaktaki görüntüsü ile hafızalarda yer aldı. Hep bir hüzünlü yanı vardı. Bu ay vizyona girecek olan aksiyon filmi John Wick 2 ile yeniden gündemdeki yerini alan Keanu Reeves’in kariyerine bir yolculuk yapalım.
Özellikle ticari sinemanın kalesi olan Hollywood’da bir kariyer inşa ediyorsanız gece hayatından ve dahası gözlerden uzak kalmanız çok zor bir hal alıyor. Bunalımlı hayatlar, inişli çıkışlı kariyer ve bitmek bilmeyen ego savaşları derken bu arenada doğru düzgün yer edinebilmek ve doğru düzgün hatırlanabilmek de bir o kadar güçleşiyor. Keanu Reeves, genç nesil için 1999 yapımı türde çığır açan bilim kurgu/aksiyon filmi The Matrix ile tanınmış olsa da kendisi bu sektörde daha çok genç yaşta pek çok kaliteli yapımda yer alan bir isim.
Duygusal yönü ile de bilinen Reeves için Hollywood kaybolması muhtemel büyük bir labirent gibi. Ancak kariyerini gayet iyi şekilde yönlendirmeyi beceren Reeves mütevazi yaşamı ile bu riskli labirente hiç bulaşmayan birisi. Öyle ki özel arabası ve şoförü yerine halkın kullandığı metroyu tercih edip kafa dinlemek için Karayip adalarına değil de tek başına halka açık bir parkta oturmayı yeğliyor. Belki de onu özel kılan ve diğer meslektaşlarından ayıran en büyük özelliklerden birisi de bu. Yanlış anlaşılmasın bu şekilde yaşamayan oyuncular kötüdür, samimiyetsiz demiyorum. Sadece bize daha yakın daha aşina yerlerde vakit geçiren ünlü isimleri biraz daha samimi buluyoruz sanırım. Bu elbette oyunculuğunu ve kariyerini tamamen dışarıda tutarak dile getirdiğimiz bir yorum. Bununla birlikte özel yaşamında oldukça acılara göğüs germiş birisi kendisi. Kız arkadaşının ölü bir çocuk dünyaya getirmesi akabinde yine kız arkadaşının trajik ölümü yetmezmiş gibi bir de kan kanseri olan kız kardeşinin bakımı ile ilgileniyor. Yani kısacası hayattan çok çekmiş Reeves. Daima hüzünlü bir tarafı olan ve bunu genel yapısından da anlamak her daim mümkün olmuştur. Kısacası dünyevi maddi olan hemen her şeyden sıyrılmış ve maneviyata daha çok değer vermeye yönelmiş birisi. Bunda yaşadığı büyük travmaların etkisi yadsınamaz. Ancak Reeves ne olursa olsun aktör olarak da özel yaşantısında da duruşuyla kendisini saygıyla anımsatan birisi.
Sinemadaki kariyerine bakacak olursak kendisi 80’li yılların ilk yarısında televizyon serilerindeki kısa rollerle bu hayata adım atmış. İlk yer aldığı uzun metrajlı film bir suç draması olan One Step Away oldu. Ardından Patrick Swayze ile karşı karşıya oynama fırsatı buldu ve Youngblood’da kamera karşısına geçti. 1986’da kamera karşısına geçtiği Flying ile yakışıklılığının farkına varıldı. Romantik bir aşk filmi olan Flying sonrası Dennis Hopper’ın da başrolde olduğu gerilim filmi River’s Edge’de kendisini gösterme fırsatı buldu. Ardından esas atağını yapma fırsatı bulduğu 3 Oscar ödülü sahibi Dangerous Liaisons’da yer aldı. Burada birbirinden ünlü isimlerle beraber karşılıklı oynama fırsatını yakaladı. Kadroda kimler yoktu ki; Glenn Close, Michelle Pfeiffer, John Malkovich, Uma Thurman…
İyiden iyiye kendisini belli etmeye başlayan genç oyuncu birçok kesim tarafından kendisinin tanınmasına olanak sağlayan ve özellikle video döneminde büyük ses getiren Bill & Ted’s Excellent Adventure’da rol aldı. Zaman makinesi ile yolculuk yapan ve başlarından komik, heyecanlı olaylar geçen iki gencin hikayesini anlatan film oldukça sevildi ve bir televizyon serisi ve onu izleyen 1991 yılında bir de devam filmi çekildi.
Yine 1991 yılında eski oyuncu arkadaşı Patrick Swayze ile Point Break’te yer aldı. Bu film büyük beğeni ile karşılandı ve hali hazırda kariyer merdivenlerini tırmanan Reeves’e hız kazandırdı. Reeves artık durmak bilmiyordu, ardı ardına kaliteli yapımların aranan genç aktörü haline gelmişti. 1992 yılında ise efsane bir yönetmenle çalışma fırsatı buldu. Bu isim Francis Ford Coppola’dan başkası değildi. Bram Stoker’ın romanından uyarlanan Dracula uyarlamasında yine birbirinden yetenekli ve yıldızı parlak isimlerle yan yana oynadı. 1993 yılı geldiğinde Bernardo Bertolucci yönetmenliğinde çekilen dram Little Buddha’da rol aldı. Bu filmde Bridget Fonda ve Chris Isaak ile yan yana oynama fırsatı elde etti. Sene 1994 olduğunda ise Reeves’in aksiyon arenasında ne denli başaralı olacağının sinyallerini ziyadesiyle veren Speed vizyona girdi. Teknik dallarda 2 Oscar sahibi olan filmde Reeves, Sandra Bullock ile muazzam bir kimya tutturmuştu.
1995 yılında bilim kurguya sıçrayan Reeves, Johnny Mnemonic ile seyirci karşısına çıktı. Ardından 1996 yılında yine bir başka bilim kurgu filmi olan Chain Reaction’da siyahi efsane aktör Morgan Freeman ile karşılıklı oynama fırsatı elde etti. Sırasıyla Feeling Minnesota ve The Last Time I Committed Suicide gibi romantik ve dram filmlerde yer alan Reeves için altın çağ başlamıştı. Bu altın çağ 1997 yılında Al Pacino ile birlikte rol aldığı gerilim/gizem filmi The Devil’s Advocate ile start aldı. Filmde aklı şeytan tarafından çelinmeye çalışılan genç bir avukatı canlandıran Reeves dünya tarafından tanınan ve sevilen bir oyuncu haline geldi. Bunu pekiştiren film ise hemen akabinde çekilen bilim kurgu türüne yeni bir soluk kazandıran The Matrix oldu. Bir bilgisayar korsanının dijital dünyayı keşfederek aslında gerçek sandığımız dünyanın bir dijital dünya olduğunu fark etmesi üzerine şekillenen olayları konu edinen film senaryo ve fikir bazında muazzam bir işti. Gelmiş geçmiş en iyi filmler, sinemaya yön veren filmler listelerine üst sıralardan girmeyi de ihmal etmiyordu. Teknik dallarda 4 Oscar ödülü bulunan filmin başarısı üzerine 2’de devam filmi çekildi.
2000 yılında yine bir gerilim filmi olan The Watcher ile oyunculuk kariyerine devam eden Reeves bu türe ısınmış olacak ki hemen arkasından The Gift ile korku sularında yüzmeye devam etti. Sam Raimi yönetmenliğinde çekilen başarılı filmde Cate Blanchett, Katie Holmes gibi isimlerle yan yana oynadı. Ardından ise direksiyonu biraz kırdı ve romantik sulara yöneldi. 2001’de kamera önüne geçtiği romantik/dram film Sweet November ile hemen herkesin kalbine dokundu desem doğru olur sanırım. Özellikle final sekansı ile unutulmayacak aşk filmleri listesinde yerini aldı şüphesiz. 2003 yılında romantik/komedi Something’s Gotta Give ile hayranlarını karşısına çıkan Reeves her ne kadar bu filmde minimal bir şekilde yer almış olsa da Jack Nicholson, Diane Keaton gibi isimlerle renkli bir kadro oluşturuyordu.
2005’te çizgi roman dünyasına dalan Reeves korku formatlı Constantine ile büyük beğeni topladı. İblis avcısı John Constantine ile çizgi roman formatına uymasa bile hayranlardan tam puan alıyordu. 2006 yılında ise önce bir suç draması animasyon olan A Scanner Darkly’da ardından Speed’deki rol arkadaşı Sandra Bullock ile yeniden kalpleri sızlatan bir romantik filme imza atıyordu. 2008’de yükselişe geçen genç yönetmen David Ayer’in kamera arkasında olduğu suç draması Street Kings’te başarılı bir performans sergileyen başarılı oyuncu 2008’de bir yeniden çevrim olan bilim kurgu filmi The Day the Earth Stood Still’de rol aldı. 2013’te hem Man of Tai Chi ile hem de 47 Ronin ile Uzakdoğu sularına dalan Reeves, 2014 yılına geldiğimizde John Wick olarak karşımıza çıkıyordu. Emekli bir suikastçı olan John Wick’in öldürülen köpeğinin intikamını almasını keyifle izledik. Aksiyon dozajı yüksek bu filmin devamının gelmesi ise elbette şaşırtmadı.
2015 yılında Eli Roth gerilimi Knock Knock ile yeniden korku arenasına dönüş yaptı. Ardından türe yakın gizemli, gerilimli bir hikayeyi anlatan Exposed’da rol aldı. Bu son iki filmiyle izleyenleri pek tatmin edemeyen karizmatik aktör 2016’da bir suç draması olan The Whole Truth ile görücüye çıktı. Filmde Renée Zellweger ve Jim Belushi gibi isimler ona eşlik ediyordu. Ardından yine yükselişte olan bir yönetmen, Nicolas Winding Refn’in senenin iddialı korku filmlerinden birisi olan The Neon Demon’da motel görevlisini canlandırdı. 1-2 komedi filmi ve televizyon serisinde konuk oyuncu olarak yer alan Reeves Ağustos ayında komedi ve dram türünü harmanlayan To the Bone ile beyazperdede yerini alacak. Bir de eski günlerini özlemiş olacak ki Bill & Ted’in yeni çekilecek bölümünde kendisini yeniden Ted ‘Theodore’ Logan olarak izleme şansına sahip olacağız. Ancak bundan önce bu ay vizyona girecek olan ve ilki oldukça beğenilen John Wick Chapter:2 ile seyircisi ile randevusu var karizmatik aktörün.
Özel hayatında oldukça büyük travmalar geçirmiş olan kaliteli aktör Keanu Reeves rol aldığı tüm türlerde kendisini ispat etmiş yetenekli bir oyuncu. Kendisi nasıl bir aksiyonda kendisini hayranlıkla izletebiliyorsa bir dramda da yüreklere dokunabilme kabiliyetine sahip. Yaşadıklarını her halukarda yüzünden okumanın mümkün olduğu, hayatın gerçek ve acı yüzüyle çok erken tanışmış ve bu olgunluğa çok erken yaşlarda erişmiş biri olarak Reeves, daima Hollywood’un karizmatik ve bir o kadar duygusal aktörü olarak hatırlanacak.