Yeşim Ustaoğlu’yla son filmi Tereddüt üzerine detaylı bir söyleşi yaptık. Söyleşi yapmanın faydalarından biri de herkesin filmden aldığı algının farklı olduğunun ortaya çıkması ve yönetmenin buna son noktayı inceden çekmesi oluyor. Ve söyleşi huzurlarınızda!

Önce bir röportajınızda verdiğiniz bir demeçten bahsederek başlamak istiyorum. Sanatçı dediğin buram buram muhalefet kokmalı demişsiniz, hala aynı düşünceniz devam ediyor mu, en muhalefet edilmesi gereken süreçte biraz baskılar nedeniyle sesimiz kısılmış durumda…

Siz filmi gördünüz, pek kısılmış gibi görünmüyor. Herkes adına zor zamanlar, evet. Sanat dediğimiz şey gerçekten de özgürce yapılabilen birşey. Düşüncenizi paylaşmak ve söylemek istersiniz. Bir şekilde zapturapt altına alınmayı ben düşünemem. O zaman yaratamazsınız, yaratım çok özgür bir şey. Zaten bir şey de kendi içinde muhalif olur. Bu tür baskıları, sıkıntıları yaşayan toplumlarda da fikir bir şekilde yaşamını sürdürebilmiştir. En baskıcı yerlerde en kalıcı, en yaratıcı eserler de oluşmuştur. Bu bizim bireysel olarak kendimizle kaldığımızda da baş etmek zorunda kaldığımız bir şey.


Teredd
üt gibi bir film çektiniz, çekebildiniz. Ama bunun sınırlarına yaklaştığımızı da hissediyor musunuz bir yandan!

Bir belirsizlik ve muğlaklıktan söz edilebilir belki ama bir yandan da yaşayıp göreceğimiz bir süreç olduğunu da düşünüyorum. Muğlaklığın içinde yüzmek çok hoş bir durum değil. Böyle bir süreçten geçiyoruz ama yaşayıp göreceğiz…

Tereddüt’deki bazı sahnelerin de bu tepkisellikten ve ayrıştırılmaya çalışılan bir toplumun kadın dayanışması üzerinden tekrar toparlanması ve yeniden yazılması üzerine bir öneri ürettiğini söyleyebilir miyiz?

Bir ‘dayanışma’ demeyelim buna. Sonuçta bir hasta doktor ilişkisi karşımızdaki. Karşısındaki kim olursa olsun doktor profesyonel olmak zorunda, yoksa işini yapamaz. Tabii filmin asıl söylediği ilişkilerimizdeki değersizleşme, tahammülsüzlük, birinin diğerini tahakküm altına alması ve mahkûm etmesi. Hiçleştirme ve suistimal. Bütün bu kavramlar var. Bu iki kadının temasında gerçek bir empati görüyoruz gerçekten de. Bu empati ve kendi bireysel varlıklarını da yeniden değerli kılmaya çalışma ve önlerindeki yolu yeniden açma çabasını görüyoruz.

Tabii ben daha okumuş etmiş ve kendi kararlarını verebilmiş gibi gözüken kadının daha küçük ve istemsiz bir hayata zorlanmış diğer kadına yardımı olarak algıladım…

Hasta ve doktor arasında o empati kurulamazsa o tedavide sağlıklı olamaz bence. Tabii doktorlar adına da konuşmuş olmayayım ama empati gerçekten de çok önemli. Şehnaz’la Elmas arasında kurulan ilişki profesyonel bir ilişki.

Oyuncu yönetimi konusunda başarılı olduğunuzu biliyoruz ama ilk defa bu kadar oyuncuyu ve seyirciyi zorlayan bir yöntem seçmiş gibisiniz. Özellikle Elmas’ın terapi sahnesinde seyirci olarak biz de sınandık ve zorlandık… Bu yöntem nasıl aklınıza geldi yoksa böyle bir yöntem var mı?

Benim çok zevk alarak yazdığım, bir o kadar da haz alarak çektiğim bir sahneydi. Bir mono drama sahnesi bu. Bu aslında kullanılan bir yöntem. Benim bunu öğrenmem, kavramam psikodramanın tekil olarak kullanılması. Bir psikiyatristin aynı zamanda psikodramatist olması lazım. Bu yıllar süren bir eğitim süreci. Biz buradan anlıyoruz ki Şehnaz hempsikiyatr hem de psikodramatist. Rüyanın çözümlemesini bu şekilde yapıyor. Bu yöntemi öğrendik, ama tabi ki çok yoğun bir konsantrasyon isteyen bir sahneydi.

Bir yandan da aslında filmde hiçbir karakter çok keskin anlamda köve eleştirilesi değil. Özellikle de erkekler diyelim ama iki kadının tavrı biraz abartılı mı acaba? Bu bir tahammülsüzlük mü diyelim, nedir bu kırgınlığın sebebi?

Aslında her an hayatın içinde karşılaşabileceğimiz olayların vahametini anlatmayı seviyorum. Burada psikolojik şiddet olgusu var. Bu tür bir şiddet sadece maruz kalanın değil, uygulayanın da işin içinden çıkılmaz bir kapana sıkışma durumunda olduğunu söyleyebilir bize. Bir çeşit tekerrür aslında. Sıradan bir durumun içine baktığımızdaki trajedi canımızı daha çok acıtıyor belki de. O tanıklık bile bizi eziyor, yoruyor. Bunun daha vahim hallerini düşünmeye zorluyor. Sıradan olan şiddet olgusunu kabullenirsek ötekine davetiye çıkarmış oluruz. O yüzden yoğun ve sıradan anlara bakmayı tercih ediyorum ki sonrasını görelim.

Sonrasında Elmas’ın yaşadığı bir süreç var ve film çok dolaylı gitmeye çalışıyor. Elmas’ın sebep olup olmadığına dair bir olay yaşanıyor ve seyirci ikircikli bir durumda kalıyor. Hatta kendi aramızda da konuştuk Elmas’ın neler yapıp yapamayacağı konusunda. Biraz açıklık istiyoruz sizden bu konuya?

Ailesinin koruması altında, güven içinde bir yaşama sahip olması ve bir eğitim sürecinden geçmesi gereken, çocukluğunu yaşaması gereken bir çocuk, başka bir yere evlendirilerek gönderilmiş ve karılık ve gelinlik görevi üstüne yıkılmış. Bütün bunların altında ezilen bir çocuktan bahsediyoruz. Sırtında karşılaması zor bir yük ve sorumluluk var. Bu sürecin akışı beklenmedik bir durumla kesiliyor. Bir gece yine yaşadığı bedensel bir travmadan sonra fırtına nedeniyle, kendisi banyoda abdest alırken kocası karbonmonoksit zehirlenmesinden ölüyor. Kocasının kıpkırmızı suratıyla, ölü suratıyla karşılaşınca yapacağı ilk iş birilerine haber vermek gibi bir beklenti içinde olmamız gerekirken, tabii ki çok korkuyor ve kendini balkona kilitliyor. Sabah kayınvalidesinin yanına gidemediği için de kadın insülin iğnesini kendisi yapıyor ve doz aşımından ölüyor. Bir çocuğa haddinden fazla şey yüklenmesi böyle bir sonuç doğuruyor. Aslında korkmaktan ve o gecenin vehametini kayıt edemeyecek kadar bir travma yaşamaktan başka bir şey yok ortada.

Karakterleri oluştururken nasıl bir yol izlediniz?
Bunların çok bariz bir cevabı yok aslında. Tezatlıklar ve komplikasyonlar, yazarken benim çok ilgimi çekiyor.

Bir taşra sıkışması hali mi var filmde, bir yandan daraldıkça gidilen bol dalgalı deniz kenarları var ki, aslında asıl sıkışmışlığın yine şehirde olduğuna bir küçük tokat çarpıyor gibi. Mekan araştırması da gayet iyi ve filme çok iyi eşlik ediyor. Sakarya Araf’tan bir keşif mi?

Ben de yolculuklar vardır. İnsanın yolculukları, yolları ama bugünle ilgili şeyler anlatırım genelde. En sıradan gibi görünen yerlerin cazibesi beni çok çeker. Karasu ya da Karabük, içinden geçerken çok da yaşamayı düşünmediğimiz yerlerin cazibesi ve içine girdiğimizdeki büyüsü de beni çeker.

Dalga ve kadın duygusu gayet iyi oturuyor filme. Dalgalar bana çok iyi geldi, filmin algısını çok iyi yerlere götürmüş. Görülmüş yerler mi, yoksa yazdıktan sonra keşfedilen yerler mi oralar?

Ben Karadeniz çocuğuyum. O dalgalara bakarak büyüdüm. Yazmak bir imgenin peşinden koşmak aslında. Böyle bir imge hep vardı ben de yazarken. Sadece dalga değil tabii, kadınların içindeki yoğunluk hali de. Genellikle çok not tutan, onlarla yaşayan biri değilim ben. Benim notlarım, dipnotlarım hep zihnimdedir. Onların yoğunluğu ben de kalır ve sonra geri gelir. Çok uzun zaman yerimde durmayı da sevmem. Hareket etmek, gitmek, içinde yaşamak, o yerlere dokunmak benim çok ilgimi çeker. Karasu’ya da yolum düşmüştü bir zaman. Bir fırtına gecesi beni tekrar çağırdı yazarken. Bütün bunlar bir serüven aslında bir çeşit yolculuk…

Kadın oyuncuları seçerken neler düşündünüz, tam nokta atışı yaptığınız belli oluyor ya da çok çalışma yapılmış herkes birbirinin reaksiyonuna girmiş gibi, neler söylersiniz?

Her zaman oyuncuma çok güvenirim. Bir çok ilişki kurduktan sonra bulursunuz olması gereken kişiyi. Süreci içinde yaşayarak, sonuna kadar giderek karar veririm. Yazma sürecinde kimlerin bu rolün altından kalkabileceğini hayal etmek. Bazen hiç ortada olmayan birini keşfetmeyle de sonuçlanır. Yeter ki o ve doğru kişi olduğunu keşfedeyim.

İki başarılı oyuncudan sadece birinin ödül alması konusundaki düşünceleriniz?

Bence her iki rol de çok zorluydu. Her ikisinin de hem beraber hem ayrı sahneleri zordu ve birbirleriyle oluşturdukları kimya çok iyiydi. Her iki karakter de birbiriyle var oldu, dolayısıyla benim için çok zor ayrışması.

Biraz kısaltılarak ve 15+ alarak vizyona girecek sanırım öyle değil mi? Bir de kadına bakış olarak en cesur filmlerinizden diyebilir miyiz?

Evet bir takım kısaltmalar olacak. Filmin hem Yönetmen Kurgusu hem de Vizyon Kurgusu olacak. Evet Türkiye’nin görebileceği cesur ve dünya sineması içinde önemli bir yere sahip bir film diyebiliriz. Mahremiyet çok konuşabildiğimiz bir alan değil çünkü. Buradaki insanlar ne hissediyorsa Hindistan, Toronto ve Varşova’daki insanlarda aynı duygular ve karınlarında bir yumruyla çıktılar ve günlerce etkisinde kaldıklarını söylediler. Bu önemli. Bir şekilde herkese değiyor ve herkesin derdi var ilişkilerimizde, varoluşumuzda. Bunu tartışabilmeye açmayı önemli buluyorum ben.

Şehnaz’ın başlangıç hikayesi çok net değil mesela, ama klasik modern bir ilişinin açmazları, saklanmışlığı var. Daha zor girdik… Elmas’ın ki ise daha net bir karşı koyuş.

Çünkü Şehnazda öyle yaşıyor. Şehnazda kendi komplikasyonunun içine çok zorlanarak giriyor. Rüyaları, baskıladığı bütün duygularıyla kendisinin yüzleşmesi çok kolay olmuyor. Çünkü seçilmiş bir hayatın içindeki sızı daha büyük oluyor. İteklenmiş bir şeyin kurbanı değil o. Sevdiği, özlediğini düşündüğü bir hayatı, aşık olduğunu düşündüğü bir adamı yaşayamaması… İçindeki sızı bir kağıdın eli kestiğinde içimize oturan bir sızı vardır ya, öyle. Büyük sözler söylemediği, bize bunları yaşattırdığı ve hissettirdiği için komplikasyonla baş başa bırakıyor. Bunun fark edilmesi de çok zor demek istiyorum.

Doğa ve taşra dediğimiz şey biraz da insanın içindeki özün ortaya saçılmasına olanak da tanıyor gibi…

Evet yalnızlık, kendinle kalma hali. Orası bir kenarda kalmış, karamsar, içinde yaşanılmaz bir kasaba gibi algılanabilir. İğreti bir bağ kurabilirsiniz orayla. Ama aynı yer siz de çok başka yoğun duygular da yaratabilir. Söylüyor zaten, onu çocukluğuna götürüyor, birtakım bağlar yaratıyor. Hayat ya algılanarak ya içinde yaşanarak hissedilen bir şeydir ya da bunu ıskalayarak varoluşunuzu sürdürebilirsiniz. Bir rutinin içinde. O rutinden çıkıyor aslında. Yeniden çocukluğunu hissettiğini söyleyerek, yeniden nefes almayı hissederek, içindeki coşkuyu patlatmayı yaşayarak…

Son olarak neler söylersiniz…

Filmler, eserler böyle. Bir sürü şeyi bize söylüyor. Ama seyirci kendi dünyasından bakma özgürlüğüne de sahip. Her söylediğimi kafasına dikte ederek yapmam. O algısını kendi yaratır, bazen bana kızar, bazen benle örtüşür. Çok da kafasını yönlendirmek istemem yani buradan bir yönetmen olarak…

Teşekkürler…

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.