Vahşi Batı’nın keşfedip istila edeceği yer kalmayınca vahşi teknolojiye evrildiği ve batının artık vahşeti teknolojiyle yarattığının ilanı, isyanı ve yardım çığlığı şeklinde algılanabilecek bir dizi Westworld. Batının ürettiği ‘gerçeğin’ artık oynanmış DNA’lar, hücreler, oluşturulmuş bellekler üzerinden asıl olana fark attığı ve böylece gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretiminin gereklilik hatta ihtiyaç olduğu günümüz dünyasının bir başka yorumu şeklinde de tanımlanabilir dizi. İhtiyaca göre üretilen gerçekliklerden gerçeklik beğenip inanmak ya da inanmamak ise insan olmanın hem sonsuz açlığının hem de ne kadar doyulursa doyulsun imkansız tatminin sonuçları olarak görülüyor.

Son yıllarda gerçekliği sorgulamak için sanal, hiper realite, simülasyonlar ve simulakratif  evrenleri iç içe sunan yapımlar çoğaldı. Robotların insanlaştığı ve insanlardan daha hümanist davranışlar sergiledikleri ve insanları kendi değerlerinden utandırdıkları, şaşırttıkları ‘Humans’ dizisi bu türün en incelikli ve derin sorularını soran dizidir. Tabii ‘Black Mirror’ da insanoğlunun teknolojinin esiri, eklektik bir parçası ve neredeyse kusuruna dönüştüğü dünyayı başka açılarla ele alır. Westworld  ise ‘Yapay Zeka’dan ‘Terminatör’e bu türün şimdiye kadar yapılan tüm işlerinin karması, yenilenmiş ve estetik kazandırılmış şık ve yepyeni bir versiyonu. Belki de bambaşka bir ‘Truman Show’ denilebilir. Yeni bir sorusu veya tanımı yok ancak insan kimyasının bileşenlerini çözerek ve açıklayarak robotlardan ve sanal olandan şüpheye düşmek yerine insanın robot olup olmadığı üzerinde durması seyrine keyif ve ayrıcalık kazandırıyor.

Zengin insanların yaşamlarında aradığı heyecanı karşılamak için hazırlanan oyun parkındaki robotların aslında ne kadar yapay ve sanal olduğu sorusuna karşılık insanların ne kadar insan olduğunu masaya yatırması aksiyona paralel gelişen enteresan bir sınıf çatışması yaratıyor. Sadece zenginler/fakirler değil insanlar/robotlar arası gelişen çatışma da hiyerarşik sıralama oldukça ilginç. Gelen zengin ziyaretçilere eğlence olsun diye bol miktarda seks, silah ve kan sunarak eğlendirilmesi ise teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin insanoğlunun aradığı ve bulamadığı yaşama sevincini yine şiddet de bulduğunu ispatlıyor. Sanal olarak inşa edilen, gözlemlenen ve idare edilen oyun parkı aslında hakikati saklayan simulakra sayılamaz çünkü sürekli olarak bu park içindeki karakterler hakiki olup olmadıklarını soruyor, söylüyorlar. Böylece hakikatin gerçek olmadığının altını çiziyor ve gerçekliğin üzerine kocaman gölgeler düşürüyorlar. Umberto Eco’nun ‘hiper-realite’ olarak adlandırdığı bu çağda ‘Disneyland’ örneğinde olduğu gibi dizide de parkın kendisi şehrin geri kalanından daha fazla mutluluk ve kusursuz bir yaşam sunduğundan sanal olan orijinalinden daha fazla ilgi görüyor ve cazip geliyor. Metadil aracılığıyla yaşanılanların kurgu olduğunu hatırlatması metne ayrıca derinlik kazandırıyor. İnsan olmak ve gerçeklik ise direkt daha heyecansız, renksiz, robotik bir yaşama denk düşüyor. Yine de gerçek olmayı özgürlük kabul eden karakterler insanlıklarını ispat etme uğrunda acıya tutunmaya çalışıyorlar. Tamamen plastik bir mutluluk yerine acı dolu anılarına sahip çıkmak bazılarının insan olduklarını ispat etme yolculuğuna dönüşüyor. Öte yandan gerçeğin ve insanın ne yazık ki acı dolu bir hafızadan başka bir şey vaat etmemesi sanal dünyayı daha da gerekli ve zaruri kılıyor.

Kendi yarattığı sanal dünyanın sahibi ve esirine dönüşen insanoğlunun, eni konu beyin denilen bir organ tarafından yönetilmesi ve beyinin sınır ve sınırsızlıklarına dair şüpheye ve korkuya düş/ür/ül/mesi ve bunun egemen sınıf tarafından organize edilmesi ise dizinin bilim kurgu olarak güncel sosyal mesajlar vermesini sağladığı için büyük ilgi çekiyor. Karakterler (robot veya gerçek) kendi duyarlılık dereceleri, hafıza kapasiteleri ve acı çekme derinliklerini ölçmeye, anlamaya, çözmeye çalışıyorlar. En basit haliyle seyirciyi ‘acaba ben de robot muyum’, ‘yaptıklarımı ben seçtiğim için mi, böyle programlandığım için mi yaşıyorum’, ‘benim sahibim ben miyim’, ‘beni üreten ve yöneten güçler ne kadar iyi niyetli’, ‘ne amaçla kullanılıyorum, neye yarıyorum’ ve ‘çevremdekilerin hangisi insan, hangisi robot’, ya da ‘içimde ne kadar insan ne kadar robot barındırıyorum’ gibi değerli sorgulamalara zorluyor. Dizinin her bölümünde karakterlerin sık sık ‘gerçek misin’ sorusu seyircide de aynı şekilde yankı buluyor. Hangi doğrular ve bilgiler ışığında programlandıklarından ve bu programların nasıl bir kurguyla ‘gerçeklik’ kazandığından şüphe eden robot insanlar, insan olduğundan emin olanlar ve arada sıkışıp gerçek olmaya çalışanlar arasındaki çatışma metne aralıksız sürprizler oluşturuyor. Çoklu perspektifler yine de insan var oluşuyla ilgili temel muammaları ve çıkmazları cevaplayamazken kucaklayıcılık yerine ayrıştırıcı medeniyetin sonuçlarını açık ediyor. Liberal ütopyanın ipliğini pazara çıkarmak için distopik olduğunu ilan ettiği bir mekanı (robotların yaşam alanı ve insanların eğlence alanı; park) kullanarak Sartrien varoluşçulukla sözde özgür insanın dünyadan çıkışsızlığına çarpıcı göndermeler yapılıyor.

Yoksa sanalın bilinç kazanıyor olması ya da zaten en baştan beri bilinçli olduğunu anlatan çok fazla iş yapılmış durumda. Westworld zaman içinde zaman, robot içinde insan, insan içinde robot, gerçek içinde illüzyon, sanal içinde doğru ve kurgu içinde kurguyla anlatıya farklılık kazandırılırken güçlü oyuncu kadrosuyla öne çıkıyor. Anthony Hopkins , Evan Rachel Wood ve Ed Harris’in benzersiz performansları dizinin kısa sürede milyonlarca seyirci kazanmasında büyük rol oynuyor elbette.

 

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.