Ken Loach filmlerinin çoğunda mikro hikayeleri detaylandırarak büyük kötülüğü okumamızı salık veren ender bulunur yetkin bir yönetmen. Bir dava adamı gibi bunu yaparken yanında her daim çalıştığı dostu olan Paul Laverty’nin kaleme aldığı ‘I, Daniel Blake’, sosyal içerikli gerçekçi bir kurmaca. Bu sene Cannes Altın Palmiye ve Locarno İzleyici Ödülü alan film Newcastle’da yaşayan sağlık durumu sebebiyle artık çalışamayan marangoz Daniel Blake’in çarpık bürokratik sağlık sistemi içinde yaşadığı zorluklara odaklanırken iki çocuğu ile çaresizlik içinde hayatta kalmaya çalışan dul bir annenin dramı da anlatıyor.
Ken Loach işçi sinemasının en önemli ismi olmasının yanında siyasi duruşu ve söylemleriyle de solun her zaman sahiplendiği bir figür. Bu filmi hakkında konuşulmaya başlamadan önce kendisini İngilere’nin AB’den ayrılma sürecinde medyada takip edenler bunu bir kez daha fark etmişlerdir. Ken Loach bu tartışmalar sırasında AB’de kalmak isteyenler tarafında yer almıştı. Bunun sebepleri elbette ki AB’de kalmak isteyen sağcılardan ve genel çoğunluktan farklıydı. Loach, Avrupa’daki sol siyasetin bu birlik içinde kalarak neo-liberalizme karşı daha avantajlı savaş verebileceğini düşünüyordu. Ancak İngiltere AB’den ayrıldı ve ne yazık ki daha tehlikeli bir neo-liberalizm anlayışını uygulamaya koymak için bunu fırsata dönüştürdü. Bütün bunlar Ken Loach’un filmleri aracılığı ile verdiği savaşın büyük ölçekteki motivasyonları olabilir.
Filmin ilk ayağı ile, ekonomik sistem çarpıklığını ve bunu koruyan bürokrasiyi çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Mikro bir hikaye anlatan film büyük bir maharetle makro bir okuma yapabilmemize imkan veriyor. Kapitalizm çok keskin sınırlarla ekonomik olarak insanları ayırmış durumda. Paraları takip dahi edilemeyen, sakladıkları paraları vergilendirilemeyen zenginler ve ciddi geçim sıkıntısı içinde bu çarpık düzenin devam etmesi için cezalandırılan çok geniş bir kesim var. Ve tabi en altta tamamen yok edilmiş çaresiz ve umutsuz bir kesim de her gün ezilmeye devam ediyor. Filmin bir diğer ayağı ise meselenin insani tarafını ortaya çıkaran yardımlaşma ve protesto etmek üzerine kurulu. Filmde bunun mesajını veren sahnelerden birinde küçük kız kendini eve kapatmış olan Daniel’in kapısını ısrarla çalar fakat Daniel cevap vermez bunun üzerine kız şöyle der ‘Sen bize yardım etmiştin şimdi neden bizim sana yardım etmemize izin vermiyorsun’. Bunun ardından Daniel kapısını açar. Dul genç kadın, iki çocuğu ve Daniel, birlikten güç doğar hissiyatıyla adaletsizliğe ve çarpık sisteme karşı bir kez daha birlik olurlar.
Ken Loach’un ‘My Name is Joe’ (1998) filminden sonra yaptığı en sahici, en özgün çalışmasının ‘Ben, Daniel Blake’ olduğunu düşünüyorum. Hatta bana göre Loach’un en iyi filmi diyebilirim. Hep sarsıcı hikayelerle, etkileyici gerçek insan portreleriyle biliriz filmlerini. Loach’un bu filmlerinden her ne kadar etkilensek de, bu iyi bir film izlemiş olmanın getirdiği hazzın ve takdir etmenin ötesine pek geçmez. Fakat açık söylemem gerek ağlamaktan ve öfkelenmekten helak olduğum bu film hepsinden başka. Bazı sahneler var ki ayağa kalkıp çığlık atmak istiyorsunuz öfkeden. Bu sahnelerin ajitasyon içerdiğini söyleyenler ise bence sadece laf kalabalığı yapıyorlar. Belki bu onun son filmi belki de değil bilemeyiz (o bile bilmiyormuş) ama öyle bir film çekmiş ki sanki gider ayak mide boşluğumuza sıkı bir yumruk atmış. Sosyal adaletsizliğin, sınıfsal dengesizliğin, işçi sınıfının bitmek bilmeyen sömürüsünün içimizde yarattığı öfke bir noktada politik bir harekete dönüşecektir. Benim hala umudum var. Fakirlik fakir olanın suçu gibi gösterilmeye çalışılsa da bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Fakirlik çalanın suçu, adaletsizliğe susanın suçu. Asıl utanması gereken hırsız zenginler, mafyalaşmış siyasiler, ucu takip edilemeyen güce sahip büyük güçler ve onlara tapanlar. Bu filmi Filmekimi kapsamında hemen izlemeniz mümkün. Yanınızda mendil getirin ve filmden çıkınca ‘ben ne yapabilirim bu korkunç gidişata bir dur demek için’ diye düşünün.
Tuğçe Madayanti Dizici