Avrupa’nın Güneydoğu kısmında yer alan, hatta bazı ülkelerin Balkan Yarımadası’nda yer almalarına rağmen Balkan yerine bu ismi tercih ettiği, birbirine yakın ama bir o kadar da uzak, Hababam Sınıfı’ndaki unutulmaz replik gibi 100-150 tane değil sayıları 12 tane olan devletlerdir Balkan Devletleri. Genellikle isimlerini hava durumlarından bize doğru gelen soğuk hava dalgası ile duyarız, çoğu zamanda bazı savaşların, katliamların yıldönümlerinde. Tüm bunların aksine ise Balkanlar’ın insanları ve başka ülkelere göç edenleri, oldukça sıcak, eğlenceli ve bir o kadar da rahattırlar. Bu durum, siyaseten ya da dünya görüşü anlamında bize çok sirayet etmemiştir belki ama sineması kesinlikle yüzümüzde bir gülümseme, dilimizde yumuşak bir tat bırakır. En hüzünlü olanları bile…
Balkan sineması, İtalya ve Fransa gibi ülkelerin başını çektiği, daha popüler olan Avrupa Sineması’ndan bile daha gerçek ve daha güçlü hikayeler barındırır. Senaryolarda abartıya çok az denk gelir, fantastik öğelere neredeyse hiç rastlayamazsınız. Coğrafyanın yıllara dayanan o yükü, kaosu ve yaşadığı bütün olayları omuzlarında taşıdığını filmlerden de hisedersiniz. Genelde yoksul kesimin, daha doğrusu Avrupa’nın en yoksul kesimlerinin insanlarının hikayesi işlendiğinden bu duygular zirvededir. Yunanistan ve Türkiye gibi sınırları nispeten Balkan sayılan ülkelerin sinemaları farklılık taşıyabilir ama özellikle savaşı gören ülkelerin sinemalarında bu ağırlık fazlasıyla hisssedilmektedir. Hal böyle olunca da güçlü senaryoların, hayatın içinden dediğimiz türden karakterler ile önümüze gelmesi kaçınılmaz. Burada garip olan duygu ise şu; İlk paragrafta da bahsettiğim üzere, en hüzünlü, en dramatik (ki çok güçlü oluyorlar) filmlerde bile, izlendikten sonra güzel bir hava yakalamak. Bölge insanının o sıcaklığı, o mimik ve jestlerinde bile olan yakınlığı sanırım perdeye de yansıyor. Tabii bunu gayet yerinde kullanabilen yönetmenler de olunca kat sayısı çok daha yukarılara çıkıyor.
Bu hüzünlü hikayelerden Balkan Sienması’na özgün bir mizah anlayışı, trajikomik olaylar ve açıkça bir kara komedi elde edildiğini de söylemek mümkün. Hayatı hiç ciddiye almayan, savaşlar görmüş ama inancını yitirmemiş ve oldukça güçlü kalabilen bu insanlardan da başka bir durum beklenemezdi zaten. Sinemasının en güçlü yanlarında da bunlar kullanılmakta ve eğlenceli bir hüzün bizleri kaplamakta. Bunları dediğimde akla hemen Çingeneler Zamanı gelecektir. Para yoktur, gelecek yoktur ve daha da kötüsü geleceğe dair en ufak umut yoktur ama herkesin yüzü güler, türlü sakallıklar olur ve son derece eğlenceli hayatları vardır. İşte bu durumdan bu mizahı çıkarabilmekte ancak bu bölge ve onun yönlendirdiği sinemada olur. Yeri gelmişken, tam da bu noktada müzikten bahsetmek gerekiyor kesinlikle. En dramatik, iç parçalayan anlardan, bu bahsettiğimiz eğlenceli anlara kadar en favori sahnelerinizi düşünün, sonuç olarak hemen hepsinin vurucu bir müziği olduğunu hatırlayacaksınız. Bu noktaya kadar anlattıklarımın hepsi, o karmaşadan harika filmler çıkarmak tıpkı bir müzik gibi, müziğin ahengi gibi olsa gerek. Nasıl değişik enstrümanlardan harika bir kolaj ortaya çıkarılabiliyorsa, enstrümanlar yerine duyguları kullanarak da bu ortaya çıkabilir. Müzik, bütün bir coğrafyayı, tüm hissiyatı ile bizlere aktarıyor. Bölge insanı ve sineması için de adeta bir nefes görevi üstleniyor. Yine Çingeneler Zamanı’ndan örnek vermek gerekirse; Perhan’ın isyan edip kendini alkole vurduğu ve zil zurna sarhoş olduğu sahne, hem bütün bir hüznün sahnesidir, içimizi dağlar, hem de trajikomik bir atmosfer ve melodiler sayesinde içimiz biraz kıpırdar. Yazının bütününe ve Balkan Sinemasına bakınca da karşımıza çıkan tam olarak bu güzel karışımdır.
Yugoslavya’nın dağılmasından sonra, her ülkenin kendi özünü bulmasından mıdır bilinmez çok daha başarılı örnekler çıkarmaya başlayan Balkan Sineması, özellikle 2000’li yıllara girildiğinde Romanya ile epey atıım gerçekleştirmiş ve hatrı sayılır başarılar elde etmiştir. Bazı ülkelerin de savaşın izlerini silmesi, kendi düzenlerini en baştan kurma çabaları ve bocalamaları da sinemalarını derinden etkilemiştir. Nasıl ki bütün dünya sineması dönüp dolaşıp Hitler ya da II. Dünya Savaşı filmleri yapmakta ve biz daha ne çıkabilir dedikçe yaratıcı örnekler sunmakta ise Balkan sineması da yaşadığı baskıları, savaşları, rejimleri ve yoksulluğu çok konu edinecektir. Bunların içinden de yaratıcı olanları ya da baskının hafiflemesi ile daha önce söylemek isteyip de söyleyemediklerini dile getiren yönetmenler olacaktır. Kendimize de oldukça yakın bulduğumuz bu coğrafya ve sineması eminimki bizi etkilemeye de fazlasıyla devam edecek, hüznün içinde en sıcak gülümsemeleri perdeye ya da evlerimize getireceklerdir. Şimdi harika Balkan filmlerinden 2000’li yıllara damga vurmuş birkaç tanesini tekrar bir hatırlayalım;
No Man’s Land – 2001
Bir Boşnak ve Bir Sırp askeri hattın tam ortasında karşılıklı kalmışlardır. Bir süre sonra muhabbet etmeye, birbirini anlamaya bile başlarlar. Kendilerine öldür emri verilmiştir ama neden, kim için? Bunu sorgulamaya başlarlar ve trajikomik hikayemiz de böyle ilerler. Tanovic’in ustalığı ile daha da şiddetlenen kalite sonucunda bizi sinemasal bir şölen bekler. Sonuç ise kesinlikle savaşın anlamsızlığı. Hatta aralarına katılan diğer bir asker ile konu evrensel boyutlara ulaşır ve film de başyapıt seviyesine.
4 Luni, 3 Saptamâni si 2 Zile – 2007
Totaliter ve baskılardan oluşan Çavuşesku döneminde geçen hikaye, son yılların en başarılı ve takip edilesi yönetmenlerinden Christian Mungiu imzaı taşıyor. Böylesine zor bir dönemde, kürtajın yasak ve büyük suç kabul edildiği bir yerde istemediği bir çocuğa hamile kalan bir kadın üzerinden, iktidarın ülkeye yaşattıkları da konu ediliyor. Oldukça gerçekçi olan film, müzik kullanım tercihi ve doğal oyuncuları ile de etkisini artırıyor.
Mandariinid – 2013
Aslında No Man’s Land’in hikayesine benzeyen bir senaryosu var filmin. Gürcü Abhaz savaşı sırasında bir çatışma sonucu yaşlı Ivo iki askeri tedavi amacı ile evine alır. Düşman olan bu isimler, iyileşmeye başladıklarında daha birbirilerini tanımadan, sadece öğrendikleri yüzünden saldırmaya kalkarlar. Burada, benzer konulu diğer filmlerden fark, anlama sürecinin başka bir insana olan saygıları ve minnet borçları ile başlaması ve humaniste başlangıç kesinlikle en iyisi.
Grbavica – 2006
Savaş sonrası Saraybosna’da geçen film, babasının savaşta öldüğünü düşünen küçük kız ve onu her şartta büyütmeye çalışan Esma’nın hikayesini anlatıyor. Garsonluk yapan ve arada sırada rehabilitasyon gören Esma bir gün kızının babasının ölümü ile ilgili belge istemesi ile zor duruma düşer ve sır yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Savaşın yaralarını sarmak, artık Esma’nın düşündüğü tek dert değildir.
Filantropica – 2002
Bir okulda edebiyat öğretmenliği yapan Ovidiu, zar zor geçinmektedir ve şair olmanın hayallerini kurmaktadır. Bir gün şiir okuyan bir sarhoşun direktifleri ile hayırseverlerin olduğu bir kuruma gider ve olaylar burada başlar. İlk derdi para kazanmak ve şiirlere yönelmek olan Ovidiu bambaşka bir durumun ortasında kalır ve trajikomik hikayesi de start almış olur. Karakter odaklı sağlam bir yapım.