Dans, futbol, seyahat, politika, müzik ve tabii ki yemekler. Latin rüzgarı her şeyi ile bizi etkilemiş, hislerimize dokunmuş ve büyüleyici bir hava bırakmıştır. Her özelliğinin içinde olmazsa olmazı ise derinlik olmuştur.

Derin bir tutku, gerçekçilik ve samimiyet Latin başlığındaki her şeye nüfuz etmiştir. Hal böyle olunca da sinemasının içinde de benzeri tadları bulmamız kaçınılmaz olmuştur ve bizi yakalamayı başarmıştır. Bazı dönemler Hollywood sinemasına kafa tutan ya da orayı da besleyen ve transferler ile Hollywood’u bile güçlendiren Latin Amerika Sineması, yükselişte olmadığı dönemlerde bile sinefillerin sığındıkları bir liman olmuştur. Özellikle çok sevdiğimiz ve büyüsüne kapıldığımız festivllerin en değerli filmleri hiç değer kaynetmeden bu filmler olmuşlardır. 2000’lerin başındaki Dünya Sineması yükselişinde rol oynayan ve bu yükselişe Kore Sineması ile birlikte epey mahsül veren bu tutukulu bölge, birçok açıdan bizi bizden almaya devam ediyor. Mutlaka, her sinemsverin favorisi olan bir Latin Amerikalı yönetmen bulunmakta, sayıları da her zaman belli bir ivme ile devam etmektedir. Sıcak ülke insanı ve yaşayıştaki bazı benzerlikler ise sinemaya yansıyor, beğenimiz konusund da tuz biber görevini üstleniyor. Tutkulu Latin Amerika Sineması her zaman bize en yakın olan ülke sinemalarından biri olmaya devam edecektir.

Latin Amerika Sineması dediğimizde ilk olarak tutkusundan ve karakterlerinden bahsetmemiz gerekir. Samimi ve gerçekçi hikayelerin anlatılır ve hiç abartıya kaçılmaz. Tabii ki birkaç yönetmen bulunmaktadır bu tarza yönelen ama genel anlamda bu filmleri izlerken yabancılık çekmeyiz, hikayenin içine girmekte hiç zorlanmayız. Bir yerinde durur ve hikayelere adapte oluruz. Biliriz ki gerçektirler ve bzidendirler. Hikayeler de daha çok küçük hayatlrı olan küçük ideallerin peşindeki insanları anlatır ve tutkuları buradan gelir. Aşk, müzik, dans gibi daha kişisel ve daha bireysel tutkular onları harekete geçirir. Tabii bizim etkilenme noktalarımızı da bunlar oluşturur. Kıtaya ait dans, bu dansın tutkusu, müziğin ritmi ve hayatların bu müziğe olan bağlılığı, aşkın da bunlar üzerinden çok daha derin olması. Tabii ki bir de doğal güzellikler. Her film izledikten sonra yapmak istediklerimiz listesine eklediğimiz onlarca şey. Latin Amerika Sineması ilk olarak bizi gerçeklik duygumuzdan vuruyor ve iyice içimize yerleşiyor.

Tabii bütün bunların dışında, özellikle 2000 öncesi dönemde Latin Amerika Sinemasının en etkili olduğu dalın politika ve dolaylı olarak suç olduğunu, en çok başyapıt seviyesindeki filmin buralardan çıktığını da söyleyebiliriz. Çok değişkenlik gösteren bölgenin, darbeler ve cuntalar ile çok uğraşmak zorunda kalan insanının büyük dertleri, büyük kayıpları ya da hüzünlü anları çoktur. Bunun da siyasi boyutu, ideolojik tarafı ne olursa olsun sinemaya yansıması kaçınılmaz olmuştu. Siyasi olarak duruşların ve kararlılığın da etkili olduğu halkın, elbette sineması da bu konuda oldukça net ve özgürlükçü yaklaşımlar ile dolu olduğunu belirtmek gerekir. Umut denen hadisenin gerçekten iyi bir şey olduğunu, yeniden ayağa kalkmanın olası olduğunu ve bir olmanın güzelliğini de yine bu filmlerde bolca görmektedir. Tabii sert anlatılar, gerçeğe dayanan görüntüler ve zorlukları da Latin Amerika Sineması bizlere sundu ama başta bahsettiğimi o tutku, o noktada da güzelliklere dönüştü ve bizi her zamanki gibi etkilemeyi başardı. Az gelişmişliğin gölgesinde bazen çocukların sevinci, bazen onların da çaresiliği anlatıldı. Kimi zaman unutulmuş güzellikler suça, şiddete , çetelere yenik düştü ama yönetmenler hiç bir zaman umutsuzluğa kapılmadı ve sürekli ürettiler. Latin Amerika Sineması ayakta kalmayı her zaman başardı ve politik duruş olarak iç bir zaman tavrından şaşmadı. Bu tutkulu sinema şimdilerde Hollywood’a bol transfer ve biçim olarak yeni bir yapılanma içerisinde olsa da eski tutkusu ve samimiyetinden hiç bir şey kaybetmemiş durumda. Latin Amerika Sineması’nın son dönemine damga vuran bazı filmlerini tekrar hatırlayalım:

Amores Perros – 2000

Şimdilerde Oscar heykelcikleri ile konuşulan Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu’nun bu başyapıtı hem 2000’ler sineması hem de gelmiş geçmiş listelerde kendine oldukça sağlam bir yer edindi. Kader üçlemesinin ilk filmi de olan Amores Perros, üç farklı hikayeyi Inarritu’nun sonradan imzası sayılacak harika kurgusu ile harmanlıyordu ve bize kader konusund önemli söylemler aktarıyordu. Kendine özgü bir tavrı olan film, kader ve varoluş ekseninde bizleri perde karşısına çiviliyordu. Film ayrıca, kendisinden sonra sinemaya yön vermiş ve birçok sinemacıyı derinden etilemiştir.

City of God – 2002

Fernando Meirelles imzalı bu film, oldukça hüzünlü bir hikayeyi, inanılmaz kurgu numaraları ile dinamik ve hatta eğlenceli aktarmayı başarmıştı. Brezilya varoşlarında geçen hikaye, çocukların dahi fakirlik yüzünden çetelere dahil olmasına kadar birçok toplumsal meseleyi bizlere aktarıyordu. Scorsese filmleri ile kıyaslanan City of God, bu gücünü anlatımından alır. Hem bir dış sesin yönlendrmesi, hem de geçişler ve kadrajlar Scorsese havası taşır. En iyi suç filmlerinden biri de sayılan filmin, gerçekçi hikayesi ise ne vurucu yerlerinden.

Y Tu Mamam Tambien – 2001

Bir büyüme öyküsü, ayı zamanda yol filmi ve epey politik göndermelerin bulunduğu bir taşlama. İki gencin, kendilerinden yaşça büyük bir kadın ile yolculuğa çıkmaları ve burada her şeyden biraz yaşamaları filmin öyküsünü oluşturuyor. O dönemin politikalarının da altmetinde yer aldığı film, cinselliği kullanışı ile birçok ülkeden kısıtlanmış ya da sansüre uğramıştır. Sonradan Oscar kazanacak olan yetenekli yönetmen Alfonso Cuaron’un yönettiği film, hala bazı tartışmalara yol açmakta ama geniş bir kitle tarafından saygıyla zikredilmektedir.

Post Tenebras Lux – 2012

Kendine özgü sinema denildiğinde ve bölge düşünüldüğünde sanırım ilk akla gelen yönetmenlerden biri Carlos Reygadas’dır. Ülkemiz de dahil birçok festivalde boy gösteren ve her filmi ile buralarda övgü toplayan yönetmenin bu filmide en kişisel sinemalardan birinin ürünü. Biçimsel olarak oldukça eşsiz ve büyüleyici bir deneyim olan film, şiirsel ve düşsel anlatıyı sevenleri de oldukça memnun edecek cinsten. Doğa konusundaki söylemleri Malickvari bir tat bırakan filmin senaryosu da hazmı zor ama yine eşsiz bir deneyim.

Relatos Salvajes – 2014

Damian Szifron imzalı bu film, hem ülke hem dünyamızın son dönemine oldukça doğru tespitler ile ışık tutuyor. Herkesin tahammülsüzleştiği, sinir harbi ve korkular yaşadığı ve işine gelenin sistem içinde kendine bir yer kapmaya çalıştığı düzen 6 farklı hikaye ile önümüze seriliyor. Bazı hikayelerin daha gerçek olamayacağı hissi ise ne kadar kötü bir gidişat içerisinde olduğumuzu gözler önüne seriyor. Artık insnlar hoşgörü ve sabır göstermiyor, limitleri daha fazla tahmmüle yer bırakmıyor. Bu, bizim gibi ülkeler ve Latin Amerika ülkelerinde hayat şartlarından dolayı daha yoğun yaşanıyor.

Onur Kırşavoğlu
1982 İstanbul doğumlu. Baba mirası sinema sevgisini kendisini bildi bileli kalbinde taşıyor. 2008'de Kocaeli Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu'ndan 2017'de ise Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümünden mezun oldu. 2014 yılında Pera Sinema'da sinema eleştirileri yazmaya başladı ve hala aynı mecrada yazılarına devam ediyor. Daha sonra bir dönem Vagon Dergi'de yazıları yayımlandı. Aynı dönem Doğu Batı Dergisi'nde "Türk Sinemasının Çöküş ve Yükseliş Dönemleri" adlı makalesi yayımlandı. 2016 yılında Filmarası Dergisi ve Cine Dergi'de yazmaya başladı ve hala bu mecralarda severek yazmaya devam ediyor. Üç senedir Antalya Uluslararası Film Festivali'nde danışmanlık görevi üstleniyor ve bu görevine hali hazırda devam etmekte. Sinefoli adlı sinema programında bir sezon metin yazarlığı da yapan Onur Kırşavoğlu 2017 Ocak ayından itibaren Sinematürk sitesinin Genel Yayın Yönetmenliği görevini sürdürüyor ve yazıları / röportajlarıyla aktif kariyerine devam ediyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.