Kuzey Avrupa, Avrupa’nın elbette kuzey bölgesinde yer alan ve içinde 15 civarı farklı ülkeyi barındıran soğuk bir yer. Tabii içerisinde İskandinav ya da Nordik dediğimiz ve daha az sayıda ülkenin yer aldığı bir kültür de bulunmakta.
Ek olarak da daha popüler memleketlerin bulunduğu İskandinav ülkeleri adı altında başka bir kültürden bahsetmek de mümkün. Biz, işin daha ziyade kültür kısmında olduğumuzdan Birleşmiş Milletler’in sınır bilgilerini değil sinemada bizi bizden alan filmlerin ülkelerini esas alacağız. Bu coğrafyanın sinemadaki yeri her zaman gizli bir hazine olarak bulunmakta ve sinefiller arasında apayrı bir yere konmaktadır. Soğuk ülkelerin, soğuk karakterlerinden çıkan buz gibi hikayeler, gerçeklik konusunda bizi fazlasıyla etkilemekte ve bu anlamda belki de en ön sıralarda yer almaktadır. Çok kötü filmin çok az çıktığı bu coğrafya, dramatik yapı itibarı ile de en etkileyici eserleri önümüze sunmakta. Ekonomik olarak büyük sıkıntılar çekmeyen, Avrupa’nın bu kültür fışkıran çocuklarının drama anlamında başyapıt denebilecek filmler çıkarması da takdire şayan ve toplumsal bir analiz gerektiren durum. Son zamanlar edebiyat ve spor anlamında da yükselişte olan Kuzey Avrupa’nın sineması bizi etkilemeye eskisinden daha çok devam edeceğe benziyor.
Kuzey Avrupa sineması hikayelerin güçlü olduğu ve karakterler üzerinden naif bir şekilde ilerleyen filmlerden oluşmaktadır. En gergin ya da hüzünlü hikayeler de bile bunu görmek mümkün. Anlatı olarak oldukça yavaş ve emin adımlarla ilerleyen bir gidişat ve buna epey uygun kurguları barındırır. Acelesi yoktur, güçlü bir bağ kurabilmemiz için yeterli imkanı izleyicisine verir. Karakterler ile empati kurmak olasıdır. Felsefi sorunları olan, küçükken yaşadıklarının yansımaları olgunluk döneminde de yaşayan, hüznünü coğrafyasından aldığı için soğuk ve derinden yaşayan ve yanlış anlaşılmak gibi büyük dertleri olan karakterlerdir bunlar. Sinematografi, karakter ve mekan üçlüsü bu havayı bize fazlası ile veriri ve bu üçünün toplam bir sinema anlamında bu kadar uyumlu olduğu nadir akım vardır. Filmleri buz gibidir ama içinizi ısıtır, gidip göresiniz, kalıp yaşayasınız gelir oraları. Oldukça dokunaklı oldukları için özellikle drama ve suç filmleri derin izler bırakır. Karizma ve avantaja dönüşen donukluk sizi etkilemeyi başarır. Hoş bütün bunların farkında olan senarist ve yönetmenlerin biraz işi bu noktaya getirdiğini de kabul etmek, tek tük de olsa yapay kaldığını kabul etmek gerek ama sayıları oldukça azdır bu yapaylıktaki filmlerin.
Klişe ama gerçek olan “maddi kaygı yok” cümlesinin de karşılığı olan Kuzey Avrupa filmlerinde bu sebeple doğru ya da yanlış yönetmenin kafasında ne varsa onu izleriz. Ne bir abartı ne bir eksilti, ne de bu kaygının normalde oluşturduğu aksiyonel ekstraları bulmak pek mümkün değildir. Olanlar da yine iki hatta bir elin parmaklarını geçmez. Belirli bir standardı hep yakaladıkları ve oluşan anlatımın izleyicideki hazmından dolayı bu filmler bizi çok az üzer. Başyapıt sayısı da belki azdır ama kötü film sayısı da. Bu sebeple hep belirli bir seviye üzerinde beklenti ile oturur ve beklentimiz kesinlikle karşılanır. Kısacası, bir kuzey Avrupa filmine otururken pişman olmayacağımız yüksek oranda düşünürüz ve pişman da olmayız. Teknolojinin nimetlerinden daha çok yararlanma anlamında daha evvel bahsettiğim sinematografi meselesinin de her filmde giderek yükselmesi bu gizli hazineyi en nadide parçalardan biri haline getiriyor. Kore sinemasının 2000’lerin başlarında yaptığı atılımın bir benzerini son yıllarda burada da görmekteyiz ve biliyoruz ki bu konuda asla üzülmeyeceğiz. Lafı daha fazla uzatmadan, adettendir diyerek naçizane seçki ile “2000’li yılların” iyi Kuzey Avrupa filmlerinin bazılarına bir göz atalım.
Jagten – 2012
Thomas Vinterberg’in yönettiği ve son dönemin en iyi ve sevilen oyuncularından Mads Mikkelsen’in başrolünü üstlendiği film, küçük bir çocuğu taciz ettiği söylenen anaokulu görevlisi üzerinden ilerliyor. Oldukça gergin bir atmosferde geçen ve ahlak, önyargı gibi kavramları irdeleyen yapım bir an olsun konsantrasyon etkisi kaybettirmeden hikayesini aktarıyor. İzleyiciyi de ikilemde bırakmayı başaran yapımın, oyunculuk esaslı ve akıllardan çıkmayacak çok iyi sahneleri mevcut.
In a Better World – 2010
Ünlü yönetmen Susanne Bier imzalı film, Anton adında göçmenlere yardım amacı ile bölgeye gidip gelen bir doktor üzerinden ilerliyor. Anton’un ikiye bölünmüş hayatı ve bu sayede sorguladıkları oldukça canını yakıyor ama yine de çocuklarına doğru eğitimi vermek için canını dişine takıyor. Göçmen kampında başına gelenler, inşalar hakkında düşündükleri ve çocuklarının başına gelenler onu bir çıkmaza sürüklüyor ve bize de bu harika karakter dramasını keyifle izlemek düşüyor.
Reconstruction – 2003
Christoffer Boe imzalı bu enteresan aşk filminde her şeyin ters yüz olduğu bir ilişki, bir adam ve buna uygun bir kurgu bizleri bekliyor. Bir film olduğunu yüzüme vuran ama film olmasının acı olduğu ve hayatlarımızda var olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini anlatan Boe, bizi amansız bir aşk geriliminin de içine çekiyor. Hüzün ile gerilimin ama bolca da aşkın kurgusal anlatımı derin izler bırakmaya yetecektir. Kim bilir belki de aşka olan inancınız bile sarsılabilir.
Noi Albinoi – 2003
Modern sinemanın sağlam yönetmenlerinden olan Paris doğumlu İzlanda kökenli Dagur Kari sinemaseverler tarafından oldukça sevilen ve filmleri merakla beklenen bir isim. Onun kimilerine göre en iyi filmi ise ülkemizde Buzdan Hayaller ismi ile oynayan bu film. Genç yaştaki Noi’nin sıra dışı yaşamı ve kaçıp gitme isteği ile dolu hayatı İris’in girmesi ile daha da karışık bir hal alır. Kimi zaman oldukça sert, kimi zaman duygusal olan filmin atmosferi de tam anlamıyla buz gibi ve içinizi fazlasıyla serinletecek cinsten.
Lat Den Ratte Koma In – 2008
Let the Right One In adı ile bilinen ve Hollywood tarafından vasat bir yeniden çevrimi bulunan bir vampir hikayesi barındırıyor film. Tomas Alfredson imzalı yapım, gerilim türünün son yıllardaki en iyi, en yaratıcı ve etkileyici yapımlarından biri. Atmosfer kurma anlamından inanılmaz başarılı bir iş ortaya konan Alfredson, akılda kalıcı sahneleri ile de sinematografi konusunda adeta ders veriyor. Tüm bunların yanı sıra filmin, uzun süre akıllardan çıkmayacak nitelikte bir de finali mevcut.
Män Som Hatar Kvinnor – 2009
Niels Arden Oplev’in yönetmen koltuğunda oturduğu Ejderha Dövmeli Kız (ilk kitap ve filmin adı) ülkemizde bilinen ve yine Hollywood tarafından yeniden çevrimi yapılan 3 seriden oluşmaktadır. Üç kitap üzerinden uyarlanan orijinal versiyonun ilk filmi serinin de en iyisidir.. Adını temize çıkarmak isteyen Mikael bir genç kızın kaybolması ile ilgili görevlendirilir. Burada beraber çalışması için Ejderha Dövmeli Kız olarak bileceğimiz Lisbeth önerilir. Soruşturma ilerledikçe hem olayın gerginliği hem de kendi hayatlarının ağırlığı ikili için işler zorlaştırır.
Just Another Love Story – 2007
Ole Bornedal imzalı filmde evli ve iki çocuk babası olan adli tıp fotoğrafçısı Jonas, bir kazaya daha tanık olur ve yaralı kadını hastanede ziyaret etmeye varan bir süreç başlar. Hastanede onu kadının sevgilisi sanarlar ve Jonas’ın iki kişilik hayatı burada başlar. Her şey için çok geç olduğu bir aman gelecektir. Burada aşkın, düzenin, ihanetin ve hayatın bütün dinamikleri Jonas ile beraber olur. Artık karar verme mekanizması ve mantık neredeyse iptal olmuş durumdadır.
Ondskan – 2003
Mikael Hafström’ün çektiği Oscar adayı Ondskan, üvey baba şiddetinden yatılı okula kaçan ve bu anlamda mutlu olan Erik’in hikayesini anlatıyor. Kurtulduğunu zannederken dış dünyadan bile acımasız bir okula geldiğini anlayan Erik, ayak uydurma konusunda sıkıntı yaşamaz. Eğitim sisteminden sınıf farklılığına, insanların içindeki şiddetten, statü eleştirilerine kadar uzanan çok güçlü yorumlara sahip bir film Ondskan.