Sinema yazarı Murat Tolga Şen, Susmayan Köşe’de bu ay ülke sinemasının iki tarafındaki kolaycılığı ve bunun seyirci üzerindeki etkilerini yazıyor. 2-3 hikâyeden yüzlerce film çıkarmaya çalışan Türk sineması nereye gidiyor?
Bir ülke sinemasının tüm yükünün tek adamın omuzlarına yıkılması acı verici olsa gerek… Nuri Bilge Ceylan’dan bahsediyorum; Üç Maymun’dan bu yana artık sinemasını tartışmıyor ve yurtiçi/yurtdışı başarılarıyla övünüyoruz. Oysa Nuri Bilge Ceylan sineması benim için etkileyici fotoğraflardan ibaretken çektiği filmlere büyük hayranlık duyduğum Zeki Demirkubuz, demirden bir kabızlık içinde kendi sinemasının tariflerini dahi kaybetmiş olarak çıkıyor karşımıza…
Yine de bu yazı bir Zeki Demirkubuz yergisi değil. Ülke sinemasının, festivalleri ticaret yapma aracı olarak keşfeden kadim isimler tarafından yönlendirildiği ortada… Buna yazılarımla dirensem de bu ticaret kanalı günden güne gelişiyor, yeni enstrümanlar icat edilerek genç sinemacılar tesir altına alınıyor ve nihayet hepimiz Berlin düştükten sonra esir alınan Alman askerleri gibi çaresizce dikiliyoruz.
Peki, sonuç, Dünyada hayranlık uyandıran, ülke içinde de ilgiyle takip edilen bir bağımsız sinemadan bahsedebilir miyiz? Bu mümkün değil! Devletin sinemayı bir manipülasyon ve propaganda aygıtı olarak gördüğü ve geçtiğimiz yıllarda fonları buna hizmet etmesi için dağıttığı ortada… Öyle olmasa bile alınan fonlarla çekilen filmler giderek kişiselleşiyor, küçülüyor, iş o hale geliyor ki böyle bir hikâyenin değil filmini çekmek, “başımdan şu da geçti” diye bir arkadaşınıza anlatmazsınız bile… Filmlerin hikâyeleri izleyenlerin aklından kalbinden izledikten hemen sonra silinmesi için yazılmış gibi, hiçbir karakter seyirciye geçmiyor, öte yandan bir festival “filmleri vücudumuza kazıyıp dövme yapmamızın” üzerinden bir tanıtım videosu çekiyor, gel gör ki o dövmelerdeki filmlerden birini bile bir festivalde izlemişliğimiz yok!
Bir ülke sineması terazisi hepten şaşmış festival jürilerine yaranabilmek uğruna sahte sanat yapmaktan ibaret olmuştur. Yeni sinemacılar kuşağının bu ülkeye anlatacak bir şeyi yok, ustaların da nefesi tükenmek üzere…
Gişe komedisinin mafyadan başını kurtaramaması…
Size hemen bir gişe komedisi senaryosu yazabilirim! Anahtar kelimeler belli… Mahalle, sıradan bir ana karakter, onun âşık olduğu mahalleden bir kız, alınan ya da bir şekilde sahiplenilmek zorunda kalınan borç ve o borcun ödenmesi için sıkıştıran mafyöz tipler… Alın bundan yüzlerce film yapın, zaten yapıyorlar…
Açıkçası, bizim filmlerimizi izleyen bir yabancı, yarımızın canının çok sıkıldığını, diğer yarımızın ise mafya ile köşe kapmaca oynadığımızı falan sanır. Kemal Sunal komedilerinden alışık olduğumuz Şaban, Kabadayılara karşı şablonunun bu kadar sıkıcı bir şekilde sömürülmesinden seyirci de sıkıldı ama ucuz aksiyon yaratmanın tek çaresi de bu sanırım. Evet, en sevdiğim filmlerden biri olan Her Şey Çok Güzel Olacak filminde de kahramanlarımızın başı ilaç mafyası ile derde girer ancak papaza her seferinde pilav yedirmeye kalkmak ne saçma!
İşin üzücü tarafı ise bu kötü film yığınının izlememiz gereken iyi filmlerin önüne geçerek gerçek sinema yapma halinin hevessizleşmesine yol açması… İnsanlar festivallerde yarışan, gişede gösterilen filmleri izledikçe “bu iş bu kadar kolaysa, ben de film çekerim!” diyorlar ki bu fikrin tohumlanıyor olması bile yeterince büyük bir tehlike… Bir süre hiç film çekmesek mi ne?
MURAT TOLGA ŞEN – murattolga@otekisinema.com