- Cannes Film Festivali bu yıl 11 – 22 Mayıs 2016 tarihleri arasında düzenlenecek. Altın Palmiye ödülünü George Miller’ın başkanlığında Mads Mikkelsen, Kirsten Dunst, Arnaud Desplechin, Valeria Golino, Laszlo Nemes, Vanessa Paradis, Katayoon Shahabi ve Donald Sutherland’dan oluşan jüri belirleyecek.
Festivalin ana yarışmasında ya da “Belirli Bir Bakış” bölümünde bu sene herhangi bir Türk filmi yer almıyor. 2 yıl önce Kış Uykusu ile Altın Palmiye ödülünü kazanmasının ardından ülke sinemasını gururlandıran Nuri Bilge Ceylan’ın ardından bir başka yerli yönetmen bu atılımı ileride yapabilecek mi, bekleyip göreceğiz.
Ana yarışmada Asghar Farhadi, Jim Jarmusch, Ken Loach, Xavier Dolan, Pedro Almodovar, Andrea Arnold, Cristian Mungiu, Jeff Nichols, Sean Penn, Brillante Mendoza, Nicolas Winding Refn, Chan wook-Park, Dardenne Kardeşler, Paul Verhoeven, Kleber Mendonça Filho, Nicole Garcia, Olivier Assayas, Cristi Puiu, Alain Guiraudie, Bruno Dumont ve Maren Ade’nin yeni filmleri yer alıyor.
Cannes Film Festivali’nde hangi filmlerin ödülle ayrılacağını hangilerinin eli boş döneceğini merakla beklerken son 10 yılda “Altın Palmiye” ödülünü kazanan filmlere bir göz atalım.
The Wind That Shakes the Barley (2006)
İngiliz usta yönetmen Ken Loach’un 1919 – 1921 arasındaki İrlanda Bağımsızlık Savaşı ‘nı ve 1922 – 1923 arasındaki İrlanda İç Savaşı’nı IRA’nın kurucusu iki kardeş üzerinden işleyen Özgürlük Rüzgarı, Loach’ın sosyalist kimliğinin en çok göze çarptığı filmlerinden. Özgürlük, bağımsızlık ve mücadele gibi kavramlar üzerinden ilerleyen film, İrlanda Parlamentosu ve İngiltere arasında yapılan anlaşmadan sonra oluşan fikir ayrılıklarının nasıl “kardeş kavgası” haline getirildiğini yalın ve çarpıcı anlatımıyla gözler önüne sererken Cillian Murphy’nin performansından güç alıyordu. Film, Wong Kar Wai’nin başkanlığındaki jüriden Altın Palmiye ödülünü kazandı.
4 Months, 3 Weeks and 2 Days (2007)
İkinci filmi 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün ile Romanya sinemasının en önemli filmlerinden birini çeken, 2012’de ise Dupa Dealuri’yle ustalık kumaşını kanıtlayan yönetmen Cristian Mungiu, 1987’nin Çavuşesku rejimi altındaki Romanya’sında Otilia ve Gabriela’nın hayatlarına odaklanarak akıllardan çıkmayacak sarsıcılıkta bir kürtaj hikayesine imza atıyor. Açılıştaki japon balığı metaforu, finalde yumru gibi oturan yemek sahnesi ve sinema tarihinin belki de en şok edici kürtaj sahnesini içinde barındıran film, belgesel gerçekçiliğindeki atmosferi ve izleyiciyi diken üzerinde tutan gerilimiyle adeta koltuğa çiviliyor. Film, Stephen Frears’ın başkanlığındaki jüriden Altın Palmiye’yi kazandı.
Entre les murs (2008)
Laurent Cantet’in yönettiği Entre les Murs, filmin başrolünde yer alan ve aynı zamanda gerçek hayatta öğretmen olan Francois Begaudeau’nun 2006 tarihli kitabından uyarlanan ve göçmen ailelerin çocuklarının gönderildiği okuldaki bir sınıfı mercek altına alan bir yapım. Cantet, Fransız eğitim sistemine eleştiri oklarını yöneltirken aktüel kamera geleneğiyle “reality şov” kıvamında bir gerçekçilik hissiyatı yaratmayı başarıyor. Bir sınıfın içerisinde tamamı amatör oyunculardan (öğretmen gerçek hayatta da öğretmen, öğrenciler gerçek hayatta da lise öğrencisi) oluşan kadro ve daha önce öğretmen-öğrenci filmlerinde hiç rastlamadığımız bir doğallıktaki çatışma jüri başkanı Sean Penn’i de etkisi altına aldı ve Altın Palmiye ödülü geldi. Aynı yıl Nuri Bilge Ceylan ise Üç Maymun ile “En İyi Yönetmen” ödülü kazandı.
Das Weisse Band (2009)
Michael Haneke’nin 1. Dünya Savaşı öncesinde küçük bir Alman köyünü mesken tutarak, iktidar, baskı, din, itaat ve şiddet gibi kavramlar ekseninde insanın doğasından gelen kötücüllüğünü sert bir şekilde gözler önüne serdiği Das Weisse Band, aynı zamanda bir toplumun yıllar sonra Nazi Almanyası gibi bir felaketin iktidara gelişine nasıl zemin hazırladığı konusunda çarpıcı bir alegori niteliği taşıyor. Haneke’nin kötülüğün köklerine indiği bu katmanlı şiddet hikayesiyle görüntü yönetmeni Christian Berger’in siyah-beyaz pelikülde harikalar yarattığı sinematografi çalışması kusursuz bir uyum sağladı ve Haneke’nin birlikte çalışmayı çok sevdiği oyuncu Isabelle Huppert’ın başkanı olduğu jüriden Altın Palmiye ödülüne uzandı.
Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010)
Taylandlı sıra dışı yönetmen Apichatpong Weerasethakul’un fantastik-minimalist sinemasının zirvesindeki “Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor”da böbrek yetmezliğinden ötürü son günlerini tarla evinde ailesiyle geçiren Boonmee’nin hikayesine neler girmiyor ki? Ülke tarihi, siyaset, yaşam, ölüm ve inançlar monologlarla irdelenirken, mistik olaylar, hayaletler, maymunumsu insanlar, Budizm, sicim teorisi, reenkarnasyon gibi öğeler hikayede sembolik olarak yer alıyor. Apichatpong’un 6 farklı parçaya ayırdığını ve her parçasını farklı bir dönemi temsil eden pelikül, ışık ve oyunculuk tekniği ile tasarladığını söylediği ve jüri başkanı Tim Burton’un “güzel, tuhaf bir rüya gibi” olarak nitelendirdiği film kuşkusuz Altın Palmiye tarihinin en özgün seçimlerinden biri olarak hatırlanmaya devam edecek.
The Tree of Life (2011)
Usta yönetmen Terrence Malick’in 2010 sonrasında farklı bir yola girdiği sinemasının başlangıcı olan The Tree of Life, 1950’lerin Teksas’ında yaşayan muhafazakar bir ailenin hayatını eksenine alarak dünyanın meydana gelişi, dinazorlar çağı ve kıyamet gününü de içerisine alan oldukça geniş kapsamlı bir varoluş hikayesi tasarlıyor, görüntü sihirbazı Emmanuel Lubezki’nin ölümsüz kadrajlarının etkisiyle unutulmaz bir sinema meditasyonuna dönüşüyor. İnsanoğlunun doğduğu günden bugüne sorduğu sorulara yanıt arayan bir evren ve doğa güzellemesi olan ve insanlığın Tanrı’yla arasındaki katedemediği o büyük yolu ve çözümsüz varoluş sorununu irdeleyen film, Robert De Niro’nun başkan olduğu jüriden Altın Palmiye’ye ulaştı. Nuri Bilge Ceylan’ın başyapıtı Bir Zamanlar Anadolu’da ise The Tree of Life’ın ardından ikinci büyük ödül alan “Grand Prix”i kazandı.
Amour (2012)
“Çocukken bir gün herkesin öleceğini duyduğumda dehşete düşmüştüm” diyen Haneke’nin bu hissi, yaşlılık dönemi olarak adlandıracağımız sinemasında yüksek dozda bir duygusal drama vadediyor. Yaşlı bir çift olan George ve Anne’i aşk, sevgi, ölüm ve yaşlılık temaları üzerinden merkeze alan ve ağırlıklı olarak bir evin içerisinde geçen film, sıkışmışlık, hapsolmuşluk, çaresizlik hissini ölümü andıran tekinsiz ve depresif atmosferiyle yoğun bir şekilde hissettiriyor. Genel izleyicinin Haneke sinemasıyla duygusal açıdan en rahat bağ kurabileceği film olan Beyaz Bant, doğaçlama geliştiği bilinen güvercin sahnesiyle hafızalara kazınırken Jean Louis-Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın üst düzey performanslarından güç alıyor ve finalinde yumruk yemiş hissiyatı yaratıyor. Dramatik ve duygusal filmlerin İtalyan yönetmeni Nanni Moretti’nin başkanlığındaki jüriden ödüle uzanması ise en doğal şey olsa gerek.
La vie d’Adele (2013)
Abdellatif Kechiche’in lise öğrencisi Adele’nin cinsel yönelimini keşfedişini ve kendisinden yaşça büyük mavi saçlı Emma ile yaşadığı tutkulu aşkı anlattığı filmi Mavi En Sıcak Renktir, eşcinsel bir ilişkinin evrelerinin heteroseksüel bir ilişkiden çok da farklı olmadığını gözler önüne seriyor. 180 dakikalık epik hikaye formatını bir nevi ilişki filmine uygulayan Kechiche, sahnelerin duygusal boyutuna güç katan biçimsel tercihleri ve filmin doğallığına büyük katkı sağlayan gözlemci yeteneğiyle, ne istediğini bilen bir yönetmen olduğunu fazlasıyla hissettiriyor. Filmin, pornografi suçlamalarıyla karşı karşıya kalan seks sahnelerinin fazlasıyla “hardcore” olduğu ve oyuncuları oldukça zorlayıcı nüanslar barındırdığı aşikar, fakat bu sahnelerin duygusal, tutkusal, sansasyonel boyutuyla birlikte filme bir araç değil amaç olarak hizmet etmesi, Kechiche’nin mükemmeliyetçiliğiyle örtüşüyor ve ortaya dramatik, estetik, kışkırtıcı, seksi ve fazlasıyla cesur bir LGBTİ başyapıtı çıkarıyor. Film, Steven Spielberg’in başkanlığındaki jüriyi etkileyerek ödüle uzandı.
Kış Uykusu (2014)
Nuri Bilge Ceylan’ın Türk sinemasına Yol (1982)’dan tam 32 yıl sonra Altın Palmiye ödülünü tekrar ve bu sefer tek başına getiren 196 dakikalık başyapıtı Kış Uykusu, kuşkusuz yıllar boyu övünmeye devam edeceğimiz bir gurur kaynağı. Geçmişinde 25 yıl tiyatro oyunculuğu yapmış olan Aydın’ın Kapadokya’da sahibi olduğu “Othello Otel”deki yaşantısına tanık olduğumuz Kış Uykusu, izleyiciyi kışın gelmesiyle beraber aydın bir karakterin ruhunun derinliklerine inerek genç karısı Nihal, kardeşi Necla ve kasaba insanlarıyla olan yüzleşmesine tanıklık ettiriyor. Çehov esintilerine bolca yer veren Ceylan, ahlâk, namus, gurur, kibir, kader, vicdan, adalet, fedakârlık gibi kavramlar ekseninde derin bir insan analizi yapıyor ve sınıfsal farklılık başta olmak üzere birçok meseleye eleştiri oklarını yöneltiyor. Kapadokya’yı mesken edinen sinematografi çalışması Gökhan Tiryaki’nin romanesk yoğunluğa sahip görsel tasvirleriyle hem sinemasal doygunluk hem de edebi bir lezzet taşıyor. İnsan ruhunun katmanları ve çeşitliliği üzerine farklı okumalara kapı açan yapısı klasikleşmiş bir romanın oldukça başarılı uyarlaması hissiyatı yaratan film Jane Campion’ın başkanlığını yaptığı jüriden zafere ulaştı.
Dheepan (2015)
Sri Lanka’da bir Tamil savaşçısı olan Dheepan’ın savaştan kaçmak için tanımadığı bir kadın ve kız çocuğuyla düzmece bir aile kurarak sahte kimlikle Fransa’ya iltica etmesini ve Paris’in kenar mahallelerinde yeni bir yaşam kurmaya çalışmasını anlatan Dheepan, Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın önceki filmlerinin yaratıcılığından ve gücünden uzak, göçmen sorununun adeta bir krize dönüştüğü günümüzde Batılıların “politik duyarlılık”ına oynayan, dramatik yapısı fazlasıyla formüle dayalı bir yapım. Coen kardeşlerin başkan olduğu jüriden ödüle uzanan film için Cannes tarihinde Altın Palmiye kazanan en vasat filmlerden biri olduğunu söylemek mümkün. Yıllar sonra The Lobster, The Assassin, Son of Saul ve Carol gibi sinema tarihine belirli açılardan damga vuran yapımların arasından nasıl ödüle uzandığı hayretler uyandırmaya devam edecektir.