Ankara Yazı – Veda Mektubu bu ay vizyona giriyor. 12 Eylül darbesi sonrası haksız yere idam edilen bir gencin ailesinin dramatik hikayesi. Yönetmen Kemal Uzun ve başrol oyuncusu İpek Tuzcuoğlu sorularımızı cevapladı…

Türk sineması sinemanın önemli fonksiyonlarının unutulduğu bir dönem yaşıyor. İnsanın aynası olan sinemayla kendini anlamaya çalışan bir toplumun son dönemlerde komedi ve korku filmleri furyasına hedef olduğunu görüyoruz. Bu noktada sadece eğlence olarak görülen sinemamız da arada bir farklı filmlerle karşılaşıyoruz. Ankara Yazı – Veda Mektubu işte bu yapımlardan. 12 Eylül sonrası Balgat katliamı faili olarak tutuklanan ülkücü bir gencin idamı ve ailesine bıraktığı mektuptan yola çıkan film önemli bir alt metne sahip. Yönetmen Kemal Uzun ve oyuncu İpek Tuzcuoğlu ile filmi konuştuk.

Senaryoyu nasıl ortaya çıkardınız? Sizi bu filmi yapmaya iten şey nedir?

Kemal Uzun: Ben senaryonun ortaya çıkmasından sonra dahil oldum dersem daha doğru olur. Yani senaryoyu Deniz Aydek diye bir arkadaşımız yazmış Galip beyler olur demişler. Sonra benim dahil olduğum andan itibaren revizyonlarla çeşitli versiyonlar oldu. En az dokuz versiyon sonra normale döndürdük senaryoyu. Senaryo zaten bir mektuptan hareketle yazılan birşey olduğu için gerçek bir hayat hikayesi. O zaman biraz aileye daha yakın olup, çocuğun gerçek hayat hikayesini atlamadan, hiçbir ayrıntısını kaçırmadan yapmaya dikkat ettik. Yani zaten gerçek hayattan bir alıntıysa, gerçeklik payı çok büyükse mutlaka etkileyici ve dramatik olur.

Normalde bizde yönetmenler kendi senaryosunu yazıp çekerler. Bu, filme veya projeye hakim olma açısından bir avantaj getiriyor mu?

Kemal Uzun: Değişiyor. Mesela senaryoyu yazan bazen filmi iyi çekemiyor bazen çekebiliyor. Yarattığı ile kafasında hayal ettiği dünya çok farklı oluyor. Yani bu işin içinde yoğurulan insanlar, senaryoyu film setine empoze edip uydurmaya çalışırlar ama senaristin kafasında öyle ütopik birşey vardır ki, onu uygulamaya çalışırken yanılıyor olabilir. Yani senaryoya sahip olan kişinin film çekmesi her zaman bir avantaj olmayabilir.

Senaryoyu seçerken nasıl bir kriter öne sürüyorsunuz? Bu filmde sizi etkileyen şey ne oldu? İki dönem filminin art arda gelmesi bir raslantı mı?

İpek Tuzcuoğlu: Öncelikle, Kemal’in de söylediği gibi yaşanmış bir hikaye olması çok heyecanlandırdı beni. Diğer filmde de yaşanmış bir hikayeydi ama bu filmdeki özellik gerçekten Zeynep Pehlivanoğlu’nun bütün bu dramının ülkücü camia tarafından çok iyi bilinmesi, Zeynep ana olarak yad edilmesi, hem de belgeselleri olsun, röportajları olsun birebir belgelerin olması tabi ki çok heyecan verici benim için. Çünkü ilk kez böyle bir karakter canlandırdım. Normalde senaryo bize gelir, biz kendi duygularımızla, mantığımızla, ruhumuzla yepyeni bir üretim halinde oluruz. Yeni bir karakteri siz canlandırırsınız. Sizindir o karakter ama burada, yaşamış bir anneyi canlandırmak tabi ki heyecan verici bir de korkutucuydu biraz. Büyük bir sorumluluk alıyordum. Benim için önemli olan bir diğer kısımda Kemal ile çalışmaktı. Çünkü biz uzun süredir tanıyoruz birbirimizi ama bir türlü çalışamıyoruz. Yani Kemal’in içinde olması bir de hikayenin yaşanmış bir hikaye olması, gerçek olması beni bu işte kesin çalışmaya iten durumdu. İki dönem filminin art arda gelmesi ise tamamen tesadüf oldu. Yani özellikle yapılmış bir kariyer planlaması değildi. Ne yazık ki Türkiye’de öyle kariyer planlamaları yapamıyoruz. Yani şans, benim nasibimmiş hakikatten, ben oynadım karakteri. İki film için de aynı şey geçerli.

12 eylül filmleri, eskiden beri çoğunlukla aslında o dönemde yaşamış yönetmenlerin senaryoları, filmleri var. Ömer Uğur mesela. Sizin o döneme yakınlığınız nedir?

Kemal Uzun: Ben oniki eylül dönemini birebir yaşadım. Üniversite ya yeni bitmişti ya da son sınıftaydım tam hatırlayamıyorum. Babam Aydın’da öğretmendi, bütün kısıtlamalardan, suçlamalardan, uygulamalardan nasibini aldı. Bizler de zaman zaman gözaltına alındık. Çok amansız konuşmak istemiyorum, ben de çok çektim ben de 12 Eylül mağduruyum diye. Mağdur değilim ama etkilenmiştim 12 Eylül’den.

12 Eylül filmleri için benim kafamda hep şöyle birşey vardır; 12 Eylül ile hesaplaşmak bu dönem için biraz geç. Çünkü Türkiye üzerinden o olaydan sonra çok daha şeyler geçti. Halen daha geçiyor. Fakat, hesaplaşılması gereken zamanda da hesaplaşılamadı. Bu filmler gerçekten bir hesaplaşmayı etkileyecek mi?

Kemal Uzun: Önce hesaplaşmadan başlayayım. Hesaplaşma konusuna gelince, hesaplaşmaya zaman kalmıyordu ki zaten eskiden. On yılda bir altımş, yetmiş, seksen ihtilalleri hep devam ettiği için asla hesaplaşmaya zaman ve zemin kalmıyordu. Şimdi bu hesaplaşmadan ziyade oniki 12 eylülü bilmeyen o kadar büyük bir kitle var ki, kuşak farkından dolayı 12 eylülü anlatmak bizim, hesaplaşmak ise adli mertebelerin ya da mahkemelerin işidir. Bizim zaten anlatmak istediğimiz, bir 12 eylül hikayesi, militan birinin hikayesidir. Mektup tabi ki hikayenin ana direği ama mektubu bu olaylardan sonra yazmış. Yani o dönemi anlatan bir mektup değil. Anneden babadan helallik isteyen, bunu hak etmediğini savunan, haksız bir yargıya düştüğünü savunan ver her şeyi kabullenen kaderci bir mektup. Bu mektup sadece bizim hareket noktamız. Asıl olan ne bu militanın hikayesi, ne bu mektubun hikayesi. Asıl olan dönemin hikayesi. O dönemi bu hale getirenlerin, 12 eylül gibi böyle garip bir rejimi yaratanların ve o rejimde aileler, insanlar ve yakınları tarafından mağdur olanların yakınlarına yarattığı travmayı anlatmaya çalıştık. Yani devletin haksızlığını, anne babanın hak aramasıyla örtmeye çalıştığı bir düzen olduğunu gösterdik.

Sizin rolünüz de çok zor bir rol, bir anne acısı var ve bu çok kolay karikatürize olabilir. Üstüne üstlük de o mektup dışında asıl hikayenin dayandığı şey anne ile babanın çabaları. Burada nasıl bir hazırlık evresi geçirdiniz? Dediğiniz gibi belgeselleri seyrettiniz. O kısmını bize açabilir misiniz? Karaktere nasıl oturdunuz?

İpek Tuzcuoğlu: Benim için zor oldu. Neden zor olduğunu söyleyeyim. Çok kısa sürede hazırlandım. On gün içinde karar verildi, anlaşma yapıldı ve Malatya film festivalinde jüri üyesiydim. Bir hafta orada olmak zorundaydım. Günde üç tane film seyredip gece eve gelip ezber yapıyordum. Dolayısıyla telefonda konuşuyorduk Kemal ile sürekli ve bana korkma halledeceğiz diyordu. Onların diğer oyuncularla bir araya gelip prova yapma imkanı oldu. Ben hemen Adana’ya gittim ve tabi ki bir panik hali var. Çünkü çok fazla çalışma imkanım olmadı. Bireysel hazırlanabildim. Ama her röportajımda özellikle vurgularım, Kemal’in o kadar hoşgörülü, o kadar babacan bir hali var ki tam teslim olduğum zaman zaten çok vakıftı, çok iyi çalışmıştı. Yani beni çok iyi hazırladı. Bir oyuncu için bir lükstü bu. Bu noktada çok rahat hissettim kendimi. Beraber çalıştık sette ve her yönetmende olmayan bir naifliği vardır. Bunları ben özellikle vurguluyorum. Çünkü bunlar çok kıymetli duygular. Mesela birşey mi fazla, birşey mi eksik? Setin içinde asla bunları söylemez. O kadar onurunu düşünür ki oyuncunun. Bunlar beni çok rahatlattı sette tabi ki. Birşey eklemek istiyorum önceki sohbete. Dünya üzerinde bazen vicdansız mevsimler olur. Bizim anlattığımız bu darbe dönemi de bu mevsimlerden biriydi. Orada ki haksız yere vicdansızca ve adaletsizce şehit edilmiş bir çocuğun hikayesi ve anne baba da aynı duygu içinde. Aslında bir kişi ölüyor ama bir kişi ölmüyor, bir aile ölüyor. Bir de evlat acısını düşünün ki, her mevsime ait birşey aslında. Duygu, her dönem var ve değişmeyecektir. Adaletsizlik ve vicdansızlık bizden sonra yine olacaktır. Benim bu işte olmamın en büyük nedeni, farkındalık yaratan bir projeydi. Çünkü farklı bir açıdan bakıyordu. İdeolojik bakmıyor, siyaset yok, abartma yok. Sadece olanı verdik ve seyircinin sağduyusuna bıraktık. Sadece birebir yaşananları gösterdik ve bu da herhalde gelecek nesiller için de adaletin ve vicdan duygusunun ve hukuk sisteminin bu ülkede ne kadar değerli olması gerektiğinin altını bir kez daha çizecektir.

Çok politize olmuş bir milletin, sinemada politik veya festival, sanatsal filmlere ilgi göstermediğini görüyoruz. Bu kadar politik olmuş bir seyirciye alt metni ağır bir şekilde politik olan bir filmi sunmak bir dez avantaj değil mi?

Kemal Uzun: Bu dediklerinizi avantaja çevirmek için filmi yaptık zaten. Mesela çok militan bir hikaye yerine, anne baba ve ailenin çabalarını anlatan, dönemi anlatan, çarpık bir adalet sistemini anlatan, militan bir rejimi anlatan bir film çektik. Ama bunları tabi seyirciyi çekme açısından daha dramatik, daha anne babayı öne çıkardığımız zaman, militare duygular arka plana attığımız zaman daha bir insan hikayesi oluyor. Çanakkale Yolun Sonu diye bir film çekmiştim ben, üç tane Çanakkale filmi ile bir araya gelmişti. Bir tanesi çok didaktik, belgesel tadındaydı. Bir tanesi çok fantastik bir hikayeydi anne ile çocuk arasında geçen. Bizim çektiğimiz de savaşı arka plana atan bir insan hikayesiydi. O zaman insanlar seyretmek istiyorlar. Çünkü Çanakkale savaşı, başı ve sonu belli olan bir savaş. Bunu herkes biliyor ama savaşta yaşanan bireysel ve daha lokal ilişkileri bilmiyorlar. Onu verdiğiniz zaman filmi daha enteresan kılıyor. Bu filmde de aile ve çevreyi vermemiz militarizmin önüne geçince tercih konusu olacak gibi geliyor bana.

Bizim bir entellektüel sınıfımız var. Entellektüel sınıfın fazlasıyla politik olduğunu, taraf olduğunu, onun için de sinemada üretilenleri siyasi olarak değerlendirdiğini, bir takım filmleri kabullendiğini ve bir takım filmleri kabullenmediğini düşünüyorum. Mesela Nefes filmi bunlardan biridir. Şimdi sizin filminiz de ülkücü bir gencin filmi. Her ne kadar politik bir film olmasa bile arka planında böyle bir gerçek var. Bu entellektüel sınıfın tavrının nasıl olacağını düşünüyorsunuz? Bu fazlasıyla seçici olan kitle sizde sıkıntı yaratıyor mu?

Kemal Uzun: Tabi ki siyasal bakış açısı olarak bir tarafı var filmin. Dolayısıyla ön yargılı bir taraf da olacak. Ama üstüne basarak söylemeliyim ki, benim yaş grubumdan bunları yaşamış arkadaşlarım var ve bu durumların hep sol bakış açısından anlatıldığı, hiç sağ bakış açısından anlatılmadığını söylüyorlar. Bir de sağ bakış açısından anlatılsın biz de görmek istiyoruz diyorlar. Bizim de amacımız oydu zaten. Tabi ki sizin dediğiniz gibi entellektüel, ön yargılı yaklaşımlar olacak. Ben onlara da gidip seyretmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü bizim filmimiz sandıkları gibi bir film değil.

Filminiz bir dönem filmi. Burada, sadece olaya değil de, toplumun yapısına da göz attığınızı söyleyebilir miyiz? Türk sinemasında böyle bir eksiklik yok mu sizce?

Kemal Uzun: Bizim filmimizde de o eksiklik var ama senaryodan kaynaklanıyor bu. Bir mektuptan yola çıkarak bir adamın ve ailesinin hikayesini anlatıyoruz. Biz de 12 eylül ve toplumsal olaylar biraz arka planda kalıyor. Daha çok anne babanın mücadelesi, mahallelinin vurdum duymazlığı. Biz dönem olarak daha çok mahkemeleri, karakolları, hapishaneleri anlatıyoruz. Haklısınız o eksiklik hep oluyor bu tip filmlerde. Çünkü çok tekil olduğu için, dönemde de çok açılamıyoruz. Koca mahalleyi ya da koca şehri çekemiyoruz. Finansal ve teknik açıdan bahsediyorum. Zorunluluklarımız olduğu için atlamış olabiliriz ama o bir eksi olabilir bizim için. Haklısınız.

80’ler ve 90’larda Türk sinemasında feminizmin etkilerini görüyoruz. 2000’lerden sonra bu anlamda geriye adım atıldığını düşünüyorum. Bazı bedelleri ödemeyi göze alacak kadın oyuncu mu çıkmıyor artık?

İpek Tuzcuoğlu: Türkiye’deki oyuncuların çok yetenekli olduğunu düşünüyorum. Asıl problemin senaryo olduğunu düşünüyorum. İyi senarist ve iyi hikayecilerimizin olmaması ile ilgili, ya da olsalar bile yapımcıların risk almaması ile ilgili birşey. Oyuncu açısından bakmıyorum ben. Oyuncular cesurdur, deli cesareti vardır oyuncularda. Ama öyle bir teklif gelmiyor. Geldi de biz mi yapmadık? Bence hem yapımcı hem finans problemleri var. Yoksa çok iyi oyuncular var. Her dönem bir duygu oluyor. O dönem rahmetli Duygu Asena’nın dönemleri. Ben de çok küçüktüm o zamanlar ama ben de deli gibi okurdum. Müjde Ar’ın filmlerini seyrederdim. O biraz zamanın ruhu ve ritmi ile ilgili birşey. Şimdiye dönüp baktığımız zaman bana göre daha çok adalet ve vicdan ile ilgili filmler yapılmalı.

Peki bundan sonraki projeniz ne olacak? Belli bir projeniz var mı sinema için?

Kemal Uzun: Sinema için yazlık birşey olacak. Benim de ihtiyacım var böyle bir şeye. Çünkü Çanakkale’den sonra bir de bunu çekip hep ağır filmler ile çalıştım.

Vay Arkadaş filmi, o bir komedi. Bir tane dönem, savaş filmi. Bir tane siyasi, 12 eylül. Bunların hepsi çok farlı dile ihtiyaç duyan, farklı bir kişilik yapısına ihtiyaç duyan filmler. Bu farklılığı kendi üstünüzde nasıl topluyorsunuz? Film türleri arasında bu kadar geçiş yapmak sizde bir problem yaratıyor mu?

Kemal Uzun: Ben Arzu film kökenliyim. Arzu film okul gibiydi benim için. Uzun yıllar Ertem Eğilmez için çalıştım. Şimdi Ertem abinin profiline baktığınız zaman, Senede Bir Gün gibi bir film çekip ağlatmıştır da. Hababam Sınıflarını çekip hem ağlatmıştır hem güldürmüştür de. Bunlar hep enteresan ve dramatik filmlerdir. Bence bir oyuncu nasıl herşeyi oynayabilmeliyse bir yönetmen de herşeyi çekebilmeli. Ama yönlendirmelerle bir yere gidiyorsa, bu adam aşk filmleri çekiyor, bu adam aksiyon filmleri çekiyor gibi, o yönetmenin kendi tercihidir.

Dizide harmanlanmış bir oyuncu sizce sinema filmlerine geldiği zaman bir dezavantaj yaşar mı? Bence şu noktada etrafımızda bu dezavantajı yaşayan bir çok oyuncu var. Siz nasıl düşünüyorsunuz? Türk sinemasını destekleyecek kadar oyuncumuz var mı?

İpek Tuzcuoğlu: Ben genç nesili çok yetenekli buluyorum. Diziden yoğuruluyorlar olsa da her zaman eğitimden yana olmuşumdur. Eğitim şart değildir ama eğitim sizi donatır ve sizi güçlü kılar. Senaryoyu incelemenizi, bir alt metin oluşturmanızı, karakter oluştururken nelere dikkat etmeniz gerektiğini, oturuşu kalkışı, yemek yiyişi, bakışından bile bunlar hep eğitimin bir parçasıdır. Bir taraftan da bir risk tabi. Çünkü bir çok arkadaşım dizilerde para kazanmak için yer alıyorlar ve pek ciddiye de almıyorlar. Ben birçok insanın dizi setlerine senaryo bile okumadan geldiğini biliyorum. Ama sinema olunca o insanlar öyle olmuyorlar. Ciddiye alıyorlar. Türkiye’de sinema oyuncusu olmak bir kraliyet ünvanı gibi. Dizilere çarşı, pazar gibi bakıyorlar. Dolayısıyla tiyatro ve sinemaya daha farklı bakıyor oyuncular. Ama oyunculuk farkları da var aslında. Diziler abartmaya daha müsait. Kamera açıları olsun, senaryo olsun. Sinemada birşeyi abarttığınız zaman çok büyüyor. Çünkü o beyaz perdede gerçek değilseniz, hissetmiyorsanız, o çok basit duruyor. Ama tabi ben festival filmlerinden çok seyrettiğim için genç oyuncuları da görme şansım oluyor, gerçekten iyi oyuncuları da görme şansım oluyor.

Peki bir de yönetmen gözünden nasıl? Çünkü kastı hazırlarken bir sıkıntı olacaksa bu o noktada çıkar.

Kemal Uzun: Mesela TRT’nin tek kanal olduğu dönemlerde hep tiyatrocular ile diziler çekilirdi. Sonra kanallar çoğalıp diziler başlayınca gençler, konservatuardan yeni mezun olmuş tiyatroculara şans tanıdılar. Ya da tiyatrocu çok ağır oynar deyip diziye istemiyorlardı. Ya da mesela sinemada manken istemiyorlardı. Şimdi öyle bir iç içe geçtiler ki, bütün tecrübeli tiyatrocular dizilerde oynuyor, bütün dizi oyuncuları sinema filmlerinde oynuyor, hatta tiyatro yapmaya bile başladılar. Artık herşey karıştı. Herkes herşeyi yapmaya başladı. Benim tercihimi sorarsanız, çok iyi anlaşabileceğim, huzur içinde çalışabileceğim, benim dediğimi çok iyi anlayan, paylaşımcı olan, ben de onun dediğine ikna olacağım isimleri tercih ederim. Karşılıklı çalışarak bir karakter yaratacağız ve benim için makul olan da bu.

Filmle ilgili benim size sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kemal Uzun: Kozanlı Belediyesi’ne, Adana Büyükşehir Belediyesi’ne, TRT’ye ve Altın Koza Film festivaline bize verdikleri destek için çok teşekkür ederim.

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.