Ülkenin sinema gündemi İstanbul Film Festivali’yle ivme kazandı diyebiliriz. Tabii bu sayede Türkiye sinemasında eler çekildi, yönetmenlerimiz nelerden ilham aldı görme imkanımız oldu! Bir kez daha anladık ki bizim sinemamız birey dertleriyle dolu, yani bu demek oluyor ki hepimiz bireysel dertlerle doluyuz. O yüzden sosyal bir politik film bekleme umudum bir kez daha başka bahara kaldı. Festivalde ulusal yarışmada en iyi film ve aynı zamanda en iyi senaryo ödülü kazanan Toz Bezi’nin sadece ismini kullanarak söylemek istiyorum ki, sinemamız fazlasıyla tozlanmış.
Yani elimize güzel bir toz bezi alıp iyice silmek lazım. Bildik hikayeler, bildik duygular ve çıkışsızlık baş tacımız yine! Tozbezi’nin benim için en iyi tarafı oyuncularıydı ki, Asiye Dinçsoy en iyi kadın oyuncu ödülünü hakkıyla kazandı zaten. Filmin kadın olmanın zor yanlarına ilişkin iyi tespitleri var ama bir yandan da öyküyü kaldıracak, ileriye taşıyıp hatta umutla köpürtecek argümanları eksik. Böyle olunca izlediğimiz ‘kadın’ temalı filmlerden pek farklı bir yere koyacak enerji bulamadım açıkçası! Bir de kadına aynı girdap içinde, hatta umutsuzluğa çıkan hikayeler yazılmasından biraz gına geldi diyebilirim. Çiğdem Sezgin Kasap Havası filminde ise daha çok namus olgusunu sorgulamış, bir ara taşları yerinden oynatmayı denediği öyküsünün sonunda taşları tekrar elleriyle yerine yerleştirmiş gibi! Tabii kadının kendi başına yarattığı özgürlük dünyasına şapka çıkartılır!
Gelelim benim için festivalde farklı bulduğum ve jüriye en ufak bir etki yapamamış Ana Yurdu’na… Senem Tüzen imzalı Ana Yurdu da çok kişisel bir hikaye gibi durmasına rağmen deştikçe çıkan hikayelerden. Esra Bezen Bilgin’in de en az Asiye (Dinçsoy) kadar iyi olduğunu söylemek mümkün. Ana Yurdu genelde yapıldığı gibi klasik ir sona yaslanmıyor, karakterin iç ve dış dünyasıyla bize ters köşe yapıyor. Nesrin boşanmış ve işinden ayrılmış bir şekilde babannesinden kalan boş, köy evine geliyor. Amacı yazmak çizmek ama onu yalnız bırakmamak için arkasından damlayan annesiyle yaşadığı çatışma çıldırtıcı boyutta. Filmde fazla bulduğum tek şey annenin (öğretmen emeklisi) babadan gelen takıntısını fazlaca Müslümanlıkla kıstırması. Aslında anne-kız arasında kuşak çatışması gibi yansıyan şey tamamen muhafazakar algının yarattığı mahalle baskısı. Ama yine de annenin daha normal olması sağlanabilirdi. Nesrin’in her şeyine karışan annenin Nesrin’de yarattığı patlama da bir hayli farklı oluyor, seyirci olarak şaşırdık şaşırmasına ama fazla baskının herkesi deli noktasına taşıyabileceği noktasında da hemfikir olduk. Ana Yurdu’nun bu festivalde dikkate alınmaması büyük talihsizlik! FIPRESCI jürisinden en iyi yerli film ödülünü alması sinema yazarlarının bu filmi daha çok sevdiğini gösteriyor!
Gelelim şiir gibi Kalandar Soğuğu’na… Çok içime sinen filmlerden biri olmuştu Altın Portakal’da izlediğimden beri. O yüzden Kalandar Soğuğu’ndan yana içim daha rahat. Emek harcandığı, ince ince işlendiği, beklendiği bit film olduğu belli. O yüzden en iyi yönetmen ödülü Mustafa Kara’ya diğer işlerini teşvik etmesi açısında da önemli elbet.
Ben asıl Kor filmiyle görülmeyen ve festivallere küsen Zeki Demirkubuz’u merak ettim. Belki de tarz değişikliğine gitmek lazım, Bulantı nispeten yeni bir yola akıyordu ama aynı orta sınıf debelenmesi nereye kadar dedirtiyor sanırım! Bundan çok değil beş on yıl önce Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan arasında yaşanıyordu ödül yarışı. Kader! Yani velhasıl bu sene bir ortalamayla karşımıza çıkan yarışma filmleri içerisinde jüri bu kararı verdi. Her karar kendisini bağlar ama Toz Bezi’nin film ve senaryo alması biraz iddialı bir karar gibi duruyor!
Korku ve komediye kapanacak salonlar!
Yine bundan çok değil üç beş yıl önce yaşanan bağımsız / minimal film patlaması ve bunların seyirci nezdinde yaşadığı tatminsizlik sonucu bu tarz filmlerde bir azalma olduğunu söylemek mümkün. Yani miminalin dibinin, tekrarının kimseye bir yararı olmadığını, kişisel söylemlerin kimseye ulaşmadığını fark eden sinemacılarımızın biraz kendilerini topladığını, daha doğrusu daha ayakları yere basan filmlerle karşımıza çıktıkları doğru. Şimdi sinemamızda korku ve niteliksiz komedi bombardımanı yaşadığını söylemek mümkün. Öyle ki sayıları 25’e vuran cin korkuları ve yerlerde sürünmeye ramak kalmış komediler iş yapmamaya başlayınca salonlar da suratlarına kapanmaya başlıyor ne yazık! Yani sektörün bu kadar arka arkaya aynı tarz ve çoğunlukla vasat işleri görmeye tahammülü bitmeye başladı gibi. Yani yeni konular bulma zamanı geldi sanki ha ne dersiniz? Kentsel dönüşüm, romantik komedi, politik komedi, eleştirel komedi, tarihi dramlar konusu hala tertemiz bir köşede bekliyor. Belki kolaydan kaçıp, sektöre yeni bir soluk açmanın vakti gelmiştir ha ne dersiniz? Yoksa salonların bağımsız filmlere yaptığı kapatma yakında bu tarz filmlerde de yaşanacak gibi duruyor!