7-17 Mart tarihlerinde düzenlenen 12. Akbank Kısa Film Festivalinin bu yıl ki, “Belgesel Sinema” bölümüne filmlerim, atölyem ve söyleşimle konuk oldum. Festivaller benim için hikâyelerin, karakterlerin, sözlerin, müziklerin, resimlerin, sinemacıların, seyircilerin…
buluşma noktası. Bir belgesel yönetmeni ve yapımcısı olarak ise, seyirci ile olan karşılaşma en heyecan vericisi. Çünkü yaptığım iş, seyirciyle anlam kazanan bir çalışma. Filmimi izleyen yoksa o zaman işimin de, meydana getirdiğim ürünün de pek bir anlamı kalmıyor nazarımda. Söz konusu belgesel sinema olunca bu bir aradalık bir başka anlam kazanıyor. Çünkü ülkemizde belgeselin sinema salonlarında ya da benzer kapalı salonlarda gösterimi pek yaygın değil. Hatta, neredeyse hiç yaygın değil, birkaç örnek dışında sistemi aşıp gösterime girebilen kaç belgesel var ki? Bunun nedenlerine girmeyeceğim burada. Belki bir başka sefere. Her neyse sonuçta sadece festivaller ve kültürel gösterimler kalıyor geriye sinema ya da sinemamsı salonlarda belgesellerle randevulaşmaya. Üstelik çoklukla ücretsiz, yani bilet kesilmiyor bu buluşmalara. Özellikle son yıllarda, festivallerin belgesele ayırdığı yer de ayrı bir mesele ya… Neyse biz devam edelim.
Seyirci ile söyleşilerde genelde hep ilk soruyu almak zor olur. Herkes birbirine bakar, tereddüt eder sorsam mı diye? Söyleşimin olduğu gün ortamı ısındırmak için, önce ben sorayım dedim. “Belgesel deyince ne geliyor aklınıza?” diye sordum. Cevapların sıralaması şöyle: Hayvanlar, gerçekler, sorunlar, sıkıcı konular, ciddi konular, hayat. Aksanat’ın koltuklarının üçte ikisi dolu idi ve “hayvanlar” yanıtı çoğunluktaydı. Aynı soruyu yine festival kapsamında gerçekleştirdiğim “Yaratıcılık ve Belgesel Sinema” atölyemde de sordum. Katılımcılar öğrenciler, meraklılar ve amatörlerden oluşuyordu. Orada da cevap çoğunlukla “hayvanlar” oldu. Ne çok kişi belgesel diye çeşitli kanallarda yayınlanan hayvan ve vahşi yaşamı anlatan programları izliyormuş meğer. Meğer diyorum çünkü o trendin sona erdiğini, azaldığını sanıyordum. En azından belli bir izleyici kitlesi için. Anlaşılan o ki, hala çok popüler.
Belgeseli bir çeşni gibi görmeyip, gerçek anlamda önem veren festivaller, kurum ve kuruluşlar, üniversiteler ve Belgesel Sinemacılar Birliği yıllardır belgesel nedir, özellikle de ne değildir konusunda ciddi çaba gösteriyor ancak bir festival seyircisi bile hala belgesel denince “hayvanlar” diyorsa demek ki iğneyi yine kendimize birkaç kez daha batırmanın zamanıdır. Sık sık bir araya gelmenin, tekrar tekrar düşünmenin, yeniden üretmenin… zamanıdır.
Öte yandan bir başka söyleşimde bir seyirci, “belgesel denince neden sadece sıkıcı, tatsız, problemli konular ve ağır bir anlatım akla geliyor ve daha çok bu örnekleri görüyoruz” diye sormuştu. Bir başkası, “neşeli, güler yüzlü, eğlendiren, en azından güldürürken düşündüren, sorgulayan belgeseller de yapılamaz mı, o zaman belgesel olmaz mı?” demişti. Neden olmasın elbette olur. Ama önce biz izleyiciler ve belgeselciler olarak daha sık bir araya gelsek. Daha çok konuşsak belgesel sinema hakkında. Anlatmaya çalıştıklarımızla, anlaşılanlar arasında ki bağı kursak. Neyi, nasıl, neden kime anlattığımızı yeniden gözden geçirsek. Birbirimize daha sık dokunsak. Anketlerde “en çok belgesel izlerim” derken samimi olunsa. Konuşsak, tartışsak, arz etsek, talep etsek, güncel popülist hay huylara takılmasak, inansak, beslesek birbirimizi…
Martın son haftası iki belgesel vizyona girdi. Biri İngiliz yönetmen Grant Gee’nin Hatıralar’ın Masumiyeti. Diğeri ise Atalay Taşdiken ve Hacı Mehmet Duranoğlu’nun Ah Yalan Dünya’da filmi. Çok merak ediyorum bu iki filmin gişesini.
Hatıraların Masumiyeti yazar Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi eserinden yola çıkarak, anlamlar yüklenen eşyalar, hazin bir aşk hikâyesi ve dönemin İstanbul atmosferi ile ele alınıyor.
Ah Yalan Dünya’da ise, halk ozanı Neşet Ertaş’ın hayatının Almanya’ya gidişinden başlayan, 2000 yılındaki muhteşem dönüşüne ve ölümüne kadar uzanan kesitini anlatıyor.
Beyoğlu’nda yürürken bir yandan sinema afişlerine bakıyor bir yandan da düşünüyorum: Bakalım sinema salonlarına girebilmeyi başarabilmiş bu iki film, “belgesel izlerim” diyenlere bilet aldırıp, salonlara çekmeyi başarabilecek mi? Ya da “belgeselin yeri ayrı, öncelikli tercihimdir” diyenler bilet alıp bu belgeselleri izlemeye gidecek mi?
Belgesellerin toplumda nasıl yerleşik kalıplara hapsedildiği güzelce özetlenmiş. Aslında belgesellerin sandığımızın aksine tamamen başkaca ilginç konulardan da oluşabileceği gerçeği anlatılmış. Belgesel izleyicisiyim diyen herkesin okuması gereken aydınlatıcı bir yazı olmuş. Ellerinize emeğinize sağlık.