Ağaçların yaşamasına kök söktürüldüğü günlerden geçiyoruz, ağaca, yeşile tahammülü olmayan, her yeşil alanda bina, HES, maden ve rant rüyaları kuran insanlarla uğraşmak ne kadar da zormuş. İçlerinde yeşile dahi bir kırıntı aramaktan yorgun düştük, her yeşilin üzerine atlayıp onu korumaktan bıkmıyoruz ve bıkmayacağız! Bu dünyanın en güzel nimetlerinden biri olan ağaçları saçma sapan zevkleri, üretimsiz beyinleri için peşkeş çekmek isteyenlere yeşil bir zeytin dalı uzatma zamanları çok geride kaldı. Artık ağaçlar bizim köklerimiz, bizler de onların kollarıyız! Ağaçlara duyduğumuz saygıdan dolayı ağaçlı filmlerin bazılarına göz atalım istedim.

Limon Ağacı

Dünyanın en talihsiz coğrafyalarından birinde, Kudüs’te geçen filmde ağaçları için mücadele eden kadının dramı anlatılıyor. Irk ve din savaşlarının eksik olmadığı, toprağın kanla sulandığı bu garip coğrafyada genç bir kadın olan Selma, evinin önündeki toprağına limon ağacı dikip onu suyla besler! Bu ironik ve iyimser dramın kahramanı Selma’nın derdi de o zaman başlamış olur. Duvarın İsrail tarafına İsrail savunma bakanı bir villa inşa edince, Selma’nın limon bahçesi, ulusal güvenliği tehdit eden bir unsur olarak tanımlanır ve yıkılmasına karar verilir Hakkını ve limon ağaçlarını korumak için elinden geleni esirgemeyen Selma, tuttuğu avukata âşık olup, bir de üzerine davası uluslararası bir hadiseye dönüşünce her şey karmakarışık olur. 2008 yılında Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyeri gerçekleştirilen Limon Ağacı, Panorama İzleyici Ödülü’nün de sahibi olmuş ironik ve iyimser bir dram.

The Tree
Julie Bertuccelli’nin ‘Otar Gittiğinden Beri’ filminden sonra çektiği ikinci filmi olan ‘Ağaç’, yavaş ve hisli bir film. Cannes Film Festivali’nin kapanış filmi olarak gösterilen ‘Ağaç’ın kahramanı, sekiz yaşındaki Simone, ölen babasının evlerinin bahçesindeki dev ağacın yaprakları aracılığıyla ona fısıldadığını düşünür. Küçük kıza göre babası onları korumak için geri dönecektir. Uzun sürmez, Simone’un annesi ve erkek kardeşleri de ağacın bu ”tılsımlı’ özelliğine inanır ve bu sayede kendilerini güvende hissederler. Fakat anne bir adamla görüşmeye başladığında evdeki hassas dengeler bozulacaktır. Duyguları incinen ve artık ağaca yaptığı tahta evde yaşamaya başlayan Simone, oradan inmemeye kararlıdır. İnsan ve ağacın ruhsal ve bedensel olarak bütünleştiği, kahramanı Simone’la da daha da farklılaşan bir hikaye.

Akasya / Acacia

Küçük bir oğlan çocuğu olan Jin-Sung annesinin ölümünden sonra yalnız kalınca yetimhanede yaşamaya başlar. Yaşadığı bu üzücü olay sonrasında gittikçe içine kapanarak sessizleşir. Ağaçlara karşı kimsenin anlam veremediği bir sevgisi vardır. Neredeyse bütün zamanını değişik ağaç resimleri yaparak geçirmektedir. Diğer çocuklardan daha zeki ve yetenekli olması çocuğu olmayan bir çiftin dikkatini çeker ve onu evlatlık edinirler. Kısa bir zaman sonra yeni ailesine alışır. Evlerinin arka bahçesindeki akasya ağacı onun en yakın arkadaşı olur. Sürprizlerle dolu hayat, genç çifte yakında çocukları olacağı müjdesini verir. Bebeğin gelmesiyle beraber kendini unutulmuş hisseden Jin-Sung, tekrar içine kapanmaya başlar. Bir gün aniden ortadan kaybolur ve bütün aramalara rağmen izine bile rastlanmaz. Yakın bir zaman sonra evin bahçesinde sıra dışı olaylar meydana gelmeye başlar.

Küçük Ağacın Eğitimi

1930’ların Tennessee Smoky Dağlarındaki sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun maceralarını anlatan ve çok satan romanından uyarlanmış filmde James Cromwell rol alıyor. Küçük Ağaç anne ve babasını kaybetmesinin ardından büyük anne ve babasıyla yaşamak üzere dağlara gönderilir. Böylece Küçük Ağaç için keşiflerle ve mistik Kızılderili Willow John gibi iyi arkadaşlarla yeni bir hayat başlar. Büyük buhran zamanlarında hayatın tüm zorluklarına rağmen Küçük Ağaç unutulmaz zamanlar geçirir. Zaten filmin ruhu Kızılderili gibi geçtiği için doğayla uyum içinde, doğanın iyi ve zor yanlarını her koşulda deneyimleyen bir çocuğun hayatını anlatıyor, yazar Forest Carter’ın hayatından izler taşıdığı söylenen roman / filmin ana fikirlerinden biri sanal ilişkilerle, hiper gerçeklikle sarmalandığımız gündelik hayatımızı, yapıp ettiklerimizi derinden sorgulamamızı sağlaması. İlişkilerin yalnızca insanlarla değil; doğayla, dünya üzerinde var olan bütün canlılarla birlikte sürdürülmesi gerektiğini vurgular. Ağaçlar da buna dahil!

Mandalina Bahçesi

1992 yılında Gürcü-Abhaz Savaşı’nın başlamasıyla, yüz yıldır bölgede yaşayan Estonyalılar köylerini terk ederek atalarının yurduna döndü; geriye sadece birkaç kişi kaldı. Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’nin festivalleri dolaşan son filmi Mandalina Bahçesi bu savaşın gölgesinde geçen bir dram. Ivo ve Markus, Abhazya’da savaş yüzünden terk edilen bu Estonya köyünde kalan son iki kişidir. Mandalina hasadı ve savaş yaklaşmışken bütün hesapları alt üst olur. Arazilerinde biri Gürcü biri Gürcü olmayan, ama birbirlerine düşman oldukları kesin iki yaralı bulur ve ikisini de iyileşinceye kadar evlerinde misafir etmeye karar verirler. Dinsel ve milliyetçi nefrete dair Gandivari bir yaklaşım izleyen Mandalina Bahçesi, bir savaş filmi olmamasına rağmen savaşın saçmalığına dair zekice kurgulanmış, mikro bütçeli bir film.

Prenses Mononoke 

Huzurlu bir şekilde yaşamını devam ettiren Ashitaka, bir gün ormandan gelen bir kötülüğün farkına varır. Orman Tanrısı, tüm tavizsizliğiyle ve sınırsız gücüyle, temas ettiği her varlığı yıkarak yoluna devam etmektedir. Küçük bir kızı kurtarmak için Orman Tanrı’sına karşı koymaya çabalayan Ashitaka lanetlenir. Bu lanetten kurtulabilmesi için ona yardım edebilecek tek varlık olan ‘Ormanın Ruhu’nu bulması gerekmektedir. Ancak bu arayış için çıkacağı yolculuk, pek de tekin ya da tehlikesiz değildir. Ashitaka kendi korkularıyla yüzleşirken adına savaş denilen bu mücadelede herkesin zarar gördüğünü gözlemleyecektir. Film, ormanı koruyan doğaüstü yaratıklarla, doğanın kaynaklarını hızla ve acımasızca tüketen insanlar arasındaki mücadeleyi anlatır. ‘Mononoke’ bir isim değildir, Japonca’da ruhlar veya canavarlar için kullanılan genel bir ifadedir.

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.