Bilge Olgaç’ın sinemayla kurduğu tutkulu ve üretken ilişkinin, kendi sözleriyle anlatımı bu kadar yalın.
Bilge Olgaç, ilk kadın yönetmen olarak değil ama hayatının sonuna kadar film çeken ilk kadın yönetmen olarak sinema tarihimize geçer. Bir meslek olarak gördüğü sinema hayatında, 40 filme yönetmen, 31 filme de senarist olarak imza atar.
Bilge Olgaç’tan ve sinemasından söz edilirken ilk olarak kadın oluşuna vurgu yapılır; ancak O, kadın sıfatını sadece cinsiyeti kadın olduğu için kullanır. Bu özelliği ve bakış açısıyla da kendime yakın hissettiğim bir sinema üreticisidir. Feza Sınar’ın Bilge Olgaç’ı anlattığı ‘Kameranın Arkasındaki Kadın: Bilge Olgaç’ adlı belgeselde bir yönetmen olarak kadın olmayı şöyle ifade ediyor: “Sinema açısından kadın-erkek ayrımını kabul eden biri değilim. Aynı beyni, aynı standartları taşıyoruz. Sinemacı kadın ayrıntılara daha özen gösteriyor olabilir belki ama sinema aşk gibi insan içine girdi mi başka her şeyi unutturuyor.” Gerçekten de öyle! İnsanın içine girdi mi bu aşk, hem kadın oluyorsun, hem erkek. Bana göre film yönetmenliği üniseks bir alan. Aynı anda hem kadın hem erkek dünyasına girebildiğiniz, hem erkek hem kadın gibi düşünüp hissettiğiniz bir dünya. Yönetmen sadece yönetmendir. Cinsiyetsizdir benim için.
‘Kadın yönetmenler’ ve ‘kadın olan yönetmenler’ ayrımını göz önünde bulundurursak, Bilge Olgaç’ın yerini anlamamız kolaylaşabilir. Olgaç’ın farklılığı kadınlar arasında en üretken ve geçimini sadece sinemadan sağlayan uzun soluklu bir ‘yönetmen’ olmasıdır. Benim için ürettikleri ve tarzı ile ‘kadın yönetmen’ tanımından sıyrılmış bir yönetmendir. Sinemanın farklı estetik kaygılarını barındıran birbirinden farklı filmleri; toplumsal gerçekçi yazarlarla iyi bir iş bölümü yapması; teknik ekibini de, oyuncularını da yaratıcı sürece katmasını bilmesi…
Daha geniş bir seyirci kitlesine seslenmeye gayret ederek filmlerini toplumsal işleviyle ele alması Bilge Olgaç’ı ‘Bilge Olgaç’ yapan özellikler. Evet, Yeşilçam geleneklerinden ve alışkanlıklarından çok da uzaklaşmamıştır. Böyle davranması da haklı gerekçelere dayanır. Filmlerini Türk filmlerinin seyircisi-tüketicisi için gerçekleştirir. Filmlerini izlerken yönetmenin kadın mı, erkek mi olduğunu hissettirmez bana. Yönetmen koltuğunda duyarlı bir kadından daha çok, duyarlı bir insan oturur benim gözümde.
İlk Filmler
Olgaç sinemaya ilk olarak Memduh Ün’ün sonrasında İlhan Engin, Halif Refiğ ve Hasan Kazankaya’nın asistanlığını yaparak girer. 1965’te 25 yaşında yönetmen koltuğuna oturur. İlk filmi “Üçünüzü de Mıhlarım” hapisten çıkınca, kan davası nedeniyle öldürdüğü adamın oğullarıyla çatışmaya giren ve hayatta kalmaya çalışan bir adamın hikâyesini anlatır. Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz ve Pervin Par başrolleri paylaşır.
1966’da “Nikâhsızlar” ve 1968’de “Öksüz” filmlerini bir yana bırakırsak, o ilk yıllarda vurdulu-kırdılı, erkek kahramanlı, Yeşilçam formlarına uygun avantür filmler çeker. Yeşilçam’ın o dönemki sosyo-ekonomik yapısı içinde kendi duyarlılığını ve bakışını pek de öne çıkarmaz, çıkaramaz. Herhangi bir yönetmenden farklı olmaksızın ilk ürünlerini verir. Krallar Kralı, Silahsız Dövüşelim, Kanlı Şafak bunlar arasında yer alır. Öncelikli olarak erkek seyirciyi hedeflemesi, ticari öğeleri öne çıkarması, kendini biraz gizleyerek atmosfer içine eklenebilmesi ile açıklanabilir ve anlaşılabilir bir durum.
Sosyal Filmler
1970 yılında Kerim Korcan’ın aynı adlı romanından uyarlayarak, senaryosunu da Korcan ile birlikte yazarak çektiği “Linç”, meslek hayatında bir dönüm noktası olur. Tarihi Sultanahmet Cezaevi’nde çekilen filmde bir-iki sahne dışında hiç kadın oyuncu yoktur. Cezaevindeki mahkûmlar arasında yaşanan iktidar savaşını anlatan film, hapishanenin katı kurallarına karşı çıkıp, sonunda mahkûmlar tarafından linç edilen Arap Kadir’in başına gelenleri sade bir dille anlatır. En iyi hapishane filmlerinden biri olarak sinema tarihimize geçer. Başrollerde Danyal Topatan, Ali Şen, Necip Tekçe gibi karakter oyuncuları vardır. Linç, sahnelerinde çok fazla küfür ve argo olması sebebiyle sansüre uğrar ve elden geçirilir.
Erkek dünyasına ve hapishane hayatına dair gözlemleri, kamera ve oyuncu yönetimindeki başarısı ile dönemin yapısı ve koşulları düşünüldüğünde gerçekten kayda değer bir film. Zaten 2. Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Memduh Ün ve Orhan Elmas’ı geride bırakarak “En İyi Yönetmen” ödülünü ve “En İyi Üçüncü Film”, “En iyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini alır. Olgaç için artık yeni bir dönem başlamıştır.
1974’de Türkan Şoray ve Mehmet Keskinoğlu’nun başrollerini paylaştığı senaryosunu da kendisinin yazdığı “Açlık” filmini çeker. Bir köy ağası genç bir kızın ırzına geçer. Sonra onu yoksul bir delikanlıyla evlendirir. Kısa süre sonra iki genç, birbirlerini severler. Bu arada büyük bir kuraklık başlar, bunu açlık izler. Delikanlı, ailenin geçimini sağlamak için büyük kente gittiğinde genç kadın ve çocukları açlıktan ölecek hale gelir. Film ataerkil yapıyı, ağa-kadın-erkek ilişkilerinde feodal sistemi eleştirir. Ana karakter Meryem, sistemin kurbanıdır. Kadın ve anne olarak suiistimal edilir ve bir eşya gibi muamele görür. Buna rağmen çocukları için kendisini feda eder.
Açlık, kapalı ve dar bir mekânda başarılı bir atmosfer yaratmaya örnek bir filmdir. Açlık duygusunu seyirciye geçirmesiyle, baştan sona sade anlatımıyla da beni etkileyen filmlerinden biridir Olgaç’ın.
1975 yılında çektiği “Bir Gün Mutlaka”, o yıllarda ülkeyi saran öğrenci olaylarını ve işçi sınıfının sorunlarını konu edinir. Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Bir Gün Mutlaka’nın oyuncuları arasında ise Azra Balkan, Güven Şengil ve Oktay Sözbir vardır.
Yarı belgesel yarı kurmaca olan film, siyasi olaylara bakışı ile oldukça dikkat çeker. Ancak Olgaç, bu filmden sonra seks filmleri furyasından birçok meslektaşı gibi olumsuz etkilenerek uzun yıllar sinemadan uzak kalır. Bu uzun arada reklam filmleri çekerek yaşamını devam ettirir.
Bilge Olgaç’ın 1965-75 arası filmografisine baktığımızda erkek dünyasını keşfetmeye çalıştığını ve onların öykülerini anlattığını görürüz… Toprak sorunu, feodalite, kan davası, hapishane hayatı gibi erkek âlemine ait sorunlar bu konularla harmanlanan sevdalarla daha da vurgulanır.
Kadın Meseleleri
Bilge Olgaç, 1984’te çektiği “Kaşık Düşmanı” ile Yeşilçam’a dönüş yapar ve olgunluk dönemi başlar. Başrollerde Halil Ergün ve Perihan Savaş yer alır. Senaryosunda da imzası olan film gerçek bir olaya dayanır. Ankara’nın Keskin ilçesine bağlı Danacıbaşı köyünde meydana gelen bir faciadan esinlenir. Bir köy düğünü sırasında patlayan tüple paniğe kapılan çok sayıda kadın ve çocuk yaşamını yitirir. Facia sonunda kadınsız kalan köy erkekleri civar köylerden evlenecek kadın arayışına girer. Yaşanan bu felaketi film yapmak için bir Alman TV ekibi köye gelir. Köyün düğüne katılmayan tek kadını, artık ruh sağlığını yitirmiş olsa da bu ekibin foyasını fark eden ilk kişi olur. Başlık parasını, töreleri ironik bir dille eleştiren film, 21.Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, En İyi Senaryo ve En İyi Üçüncü Film ödüllerini kazanır. Aynı yıl Fransa’da yapılan 7.Créteil Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nde En iyi Film ve Basın Özel Ödülü alır.
Olgaç ard arda, yine kadın meselelerine değindiği Gülüşan (1985), Üç Halka (1986) ve İpekçe’yi (1987) çeker.
Gülüşan, kumalık kurumunu; hem işgücü, hem de erkek evlat vermesi için birbiri üzerine aynı eve getirilen kadınları anlatır. İlk iki karısından da çocuk sahibi olamadığı için Mestan, yolda rastladığı ve kendine baktığını sandığı yetim Gülüşan’ı kaçırır. Eve geldiğinde kızın kör olduğunu anlar. İlk iki karısı Cennet ve Zekiye kısır, sonuncusu ise kördür. Kör Gülüşan’a aşık olan Mestan üçüncü karısından da çocuk sahibi olamaz. Cennet ve Zekiye, Mestan’a ve birbirlerine duydukları nefretin tümünü Gülüşan’a yansıtırlar. Mestan iki kadının da Gülüşan’a bakması için emirler yağdırır, kendi de sevdiği kadına hizmet etmekten geri kalmaz. Oyuncular Halil Ergün, Yaprak Özdemiroğlu, Meral Orhonsay ve Güler Ökten’dir.
Cennet’in, Zekiye’nin, Gülüşan’ın ve Mestan’ın, bu dört kişilik dünyanın duygusal gelgitlerini, dışarıdan çok basit gibi görünen hayatlarının hiç de öyle olmadığını, kendileri ve birbirleriyle olan hesaplaşmalarını karakterlerin iç seslerini ustalıkla kullanarak anlatır yönetmen ve senarist Bilge Olgaç.
“Üç Halka 25” de kasabaya gelen panayırda halka attıran adamın, genç ve güzel kızını sattığına inanan kasabalının yol açtığı trajediyi anlatarak kadın meselelerine yönelik yaklaşımını sürdürür. Bu kez Hülya Avşar ve Hakan Balamir vardır başrollerde.
Gerçek bir öyküden yola çıkan “İpekçe” filminde ise, kadın meselesine dair sözlerine ve göstermek istediklerine devam eder Olgaç. Bir tırla köye getirilen, beline kadar uzanan ipeksi saçlarıyla ahalinin dikkatini çeken ve sevgisini kazanan bir kadın… Köylüler kadını bir kulübeye yerleştirir. Kadın kulübesini süsleyen nakışçıya âşık olunca, köylülerin ataerkil ahlak anlayışları ile karşı karşıya kalır. Bir fahişenin değişmeyen kaderini, çevresindeki insanların çelişkili, ikiyüzlü yaklaşımını ele alan İpekçe “Kültür Bakanlığı En İyi Film”, İzmir Film Şenliğinde ise, “Altın Artemis” ödülünü kazanır. Bu filmde Perihan Savaş ile başrolü paylaşan Berhan Şimşek kendi oyunculuk serüvenine dair şöyle der: “Benim oyunculuğum Bilge Olgaç Sineması’ndan önce ve Bilge Olgaç Sineması’ndan sonra diye ikiye ayrılır.”
Kadın meselelerine duyarlılığının nedeni bence kendisinin kadın olması değil sadece. Sanatçının içinde yaşadığı toplumu ve değişen yaşam koşullarının yarattığı değişimi yakından gözlemlemesiyle de ilintilidir. Ses getiren bu filmlerini, 1980’lerde feminist akımların toplumumuzda ağırlık kazanmaya başladığı bir dönemde çekmiş olmasına, yani “gündemi” o açıdan da izlemiş olmasına da bağlıyorum. Ancak Olgaç, kadına dayalı öyküler anlatırken diğer kadın yönetmenler gibi aynayı sürekli kendine tutmaktan kaçınır. O gerçek kadınların öykülerini anlatır.
Film Bitti
1990’lara gelindiğinde Olgaç’ın “Aşkın Kesişme Noktası”, “Umut Hep Vardı”, “Kurşun Adres Sormaz”, filmlerini görürüz afişlerde.
“Bir Yanımız Bahar Bahçe” yine senaryosunu kendisinin yazdığı son filmidir. Başrollerde Halil Ergün ve Sibel Turnagöl oynar. 3 Mart 1994 günü talihsiz bir şekilde, evinde çıkan bir yangın sonucu hayata veda eden Olgaç, ölümünden beş gün önce TRT 2’nin “Sinema Sinema” programına bakın son olduğunu bilmediği son filmiyle ilgili neler anlatmış:
“Bir Yanımız Bahar Bahçe, sözcüğü ne anlatıyorsa bir kere film de onu anlatıyor gerçekten. Hayatın bir yanı bahar-bahçe ise, bir yanı yaprak döküyor. Selda’nın bir türküsünden esinlenerek bu ismi koyduk. Bir yanıyla bahar-bahçe yaşamanın tadını, bir yanı ile yaprak dökmenin acısını yaşayan iki insanın bu iki çelişkili duygusunu anlatıyor. Tabi bunların arkasındaki toplumsal, kişisel, tarihi nedenleriyle birlikte anlatıyor kuşkusuz. Kırık bir aşk hikâyesi. Biraz yaş farkı olan bir ilişki. Benim de ilk aşk filmim. Aşk hayatın kopmaz bir parçası. Belki de geç kaldım. Aşk filmi çekmek de hoşmuş. İnsan geçmiş birlikteliklerini tadıyor yeniden. Şöyle bir çekişme oldu sette Halil Ergün’le aramızda. Ben dedim ki: ‘Bak bu bir aşk filmi, biz senle farklı filmler çektik oynayabilecek misin?’ O da : ‘Sen çekebilecek misin?’ dedi. Sonunda ben 1-0 galip geldim. İyi bir aşk filmi oldu sanıyorum. Sadece aşk filmi değil tabii ki.
Hiçbir yönetmen filmi bittiğinde tam olarak tatmin oldum diyemiyor. Çünkü güzel sürekli kendini aşıyor, daha güzeli istiyor keyifle seyredilecek bir film olduğunu düşünüyorum”
Film biter ancak Olgaç, filmi sinema salonunda seyircisiyle izleyemez. Sinemaya adadığı ömrü ve seyirci ile kurduğu yakınlıkla Bilge Olgaç, sinemamızın, bana göre ‘kadın yönetmen’ bölümünde değil, ‘yönetmen’ bölümünde yer alıyor.
Ölümünün 22. yıldönümünde kendisini, sinemamıza bıraktığı deneyim ve filmler için saygı ve teşekkürle anıyorum.