Bu ayki film, yönetmenliğini Sergio Castellitto’nun yaptığı, başrollerinde Penélope Cruz, Emile Hirsch, Adnan Haskovich, Saadet Işıl Aksoy’un rol aldığı, İtalyan- Alman ortak yapımı “Sen Dünyaya Gelmeden”.
2012 tarihli İtalyan- Alman ortak yapımındaki film, Bosna Savaşı’nın bir silindir gibi ezip geçtiği hayatları, son derece çarpıcı örnekler üzerinden ele alıyor. Ne var ki ben bu filmde, savaşın yıkıcılığından ziyade, aşkın mı yoksa vicdan azabının mı daha güçlü bir duygu olduğu üstünde düşünmemizi istiyorum.
Film, ana karakter Gemma’nın, akademik bir araştırma için Saraybosna’ya gitmesiyle başlıyor. Burada tanıştığı genç fotoğrafçı Diego ile yaşadıkları tek gecelik ilişki bununla sınırlı kalmıyor. Zira Gemma İtalya’ya döndüğünde, Diego da onun peşini bırakmaz. Motosikletine atlayıp, kilometreler kat edip Gemma’yı bulan Diego, kadına evlenme teklif eder. Diego, gerçekten de tutkulu bir aşktır ancak Gemma da duyguların renkli büyüsünde savrulmayacak kadar mantıklı bir kadındır. Evlenmeleri durumunda nerde, nasıl yaşayacaklardır? Diego bilmediği bir ülkede nasıl para kazanacak, nasıl ev geçindirecektir? Böyle bir evlilik ne kadar sağlıklı yürüyebilir? Ancak Diego’nun, Gemma’nın tüm bu sorularına cevabı hazırdır: Fotoğraf makinesiyle yapamayacağı iş olmadığını söyler. Gerçekten de Diego’nun Gemma’yu mutlu etmek için yapmayacağı şey olmadığını görürüz.
Evlenirler. Diego, bir anaokulunda fotoğrafçılık yapıp evi geçindirirken Gemma, genç kocasına derin bir aşkla bağlanır. Ancak evliliklerinin üzerine düşen kara bir gölge, geleceklerini de karartacaktır: Gemma yüzde 99 oranında kısırdır ve hamile kalması nerdeyse imkansızdır. Bu gerçek Gemma’yı kelimenin tam anlamıyla yıkıma sürükler, ve bir süre sonra kadında ciddi psikolojik sorunlar ortaya çıkar. Öyle ki Gemma artık “Diego’ya bir çocuk vermekten” başka hiçbir şey düşünemez hale gelmiştir. Gemma anne olma takıntısının esiri olup, günden güne eriyen bir kadındır…
Diego ise başta Gemma’ya bir çocuk sahibi olup olmamanın hiçbir önemi olmadığını söylese de, bir süre sonra kadının bu takıntılı haliyle başa çıkamaz. Ve sonunda “taşıyıcı anne” ile çocuk sahibi olmaya karar verirler. Bu sırada Saraybosna’daki savaş korkunç bir hal almıştır. Gemma ve Diego, dostlarına yardım etmek için Saraybosna’ya gittiklerinde, burada taşıyıcı anne olabilecek bir genç kadınla tanışırlar.
Ve işler öyle bir noktaya gelir ki, Gemma, bu işin daha fazla uzamaması için Diego’yla, taşıyıcı anne olması planlanan Aska cinsel birliktelik yaşamasını kendisi ister. Zira Gemma kendinden emin olduğu kadar Diego’nun da aşkından emindir. Ancak tam da bu noktada, Gemma’nın yıllar sonra öğreneceği korkunç bir olay yaşanır. Diego ile Aska’nın cinsel birliktelikleri hiç de duygusuz bir şekilde başlamaz, dahası tam birlikte olacakları sırada evi basan Sırp askerler, Aska’ya tecavüz edip işkence ederler. BU sırada olayları gizli bir bölmeden izleyen Diego’nun psikolojisi altüst olur.
Ancak Gemma’nın bu olaydan haberi yoktur. Kocası ile Aska arasında cinsel birliktelik yaşandığı, yakında bir çocuğu olacağı güvencesiyle, kocasını da alıp İtalya’ya geri döner. Ne var ki Diego hiç sağlıklı bir halde değildir. Zaten kısa süre sonra İtalya’san adeta kaçarak Saraybosna’ya, savaşın göbeğine tekrar döner. Gemma bu olanlara bir türlü anlam veremez, kocasının peşinden kalkıp o da Saraybosna’ya gider. Ve burada gördükleri karşısında şoke olur: Diego, hamile olan Aska’nın yanına gitmiştir. Gemma bu gerçek karşısında yıkılır, kocası artık onu değil, Aska’yı sevmektedir. Bir süre sonra Aska karnındaki çocuğu doğurduğunda Diego çocuğu Gemma’ya vererek kadını İtalya’ya gönderir, kendisi ise Saraybosna’da kalmaya devam eder…
Gemma artık emindir. Kocası, Aska’yı sevmiş, onunla kalmayı tercih etmiştir. Bir süre sonra Diego savaşta hayatını kaybeder , bu sırada Gemma da başka biriyle evlenir. Ancak Gemma, gerçeği yıllar sonra öğrenecektir. Oğlunu da alıp Saraybosna’ya gittiğinde, Aska’nın o gün Sırp askerlerin tecavüzüne uğradığını, çocuğun o askerlerden birinden olduğunu, Diego’nun her şeyi görüp müdahale edememesinin verdiği vicdan azabıyla Aska’nın yanında kaldığı gerçeği…
İşte tam bu noktada yazının başında gündeme getirdiğim soruya dönmek istiyorum: Aşk mı yoksa vicdan azabı mı daha güçlü bir duygu? Bu elbette kişiden kişiye değişiyor peki siz olsanız hangisini seçerdiniz? Film, izleyicinin kendisine bu soruyu sormasını sağlayarak yoğun bir empatiye neden olması açısından son derece başarılı. Bu durum, filmin gereğinden uzun olması, bir karakterin fazladan işlevlendirilmesi, kimi sahnelerin gereksiz detaylandırılması gibi birtakım eksikleri- kusurları görmezden gelmem için bir neden. Ülkemizdeki savaş çığırtkanlarının empati yaptırmada bu derece başarılı birkaç filmi izlemelerini çok isterdim. Bakalım o zaman da bu kadar ruhsuz kalabilecekler mi.
Önümüzdeki ay görüşmek üzere.