Bir film çeşitli dallarda Oscar’a aday olunca arkasından amansız tartışmaların dönmesi de kaçınılmaz oluyor. Carol altı dalda Oscar’a aday. Bunların başını en iyi kadın oyuncu adaylığıyla Carol’a hayat veren Cate Blanchett çekerken, yardımcı kadın oyuncu adaylığına da Therese rolüyle Rooney Mara oturuyor. Zaten filmin çok aşırı uçlarda seyretmese de bir performans filmi olduğunu söylemek mümkün. Yani 1950’ler atmosferinde iki kadın arasındaki duygusal ilişkiye doğru yavaşça, çok sade bir şekilde çekiliyoruz. Film bunu gayet sakince yapıyor, sanki o dönemlerin atmosferi buymuş gibi.
Film Patricia Highsmith’n The Price of Salt romanından uyarlama. Todd Haynes ise bu filmle ilgili olarak aklımıza hemen daha önceki filmlerinden olan Cennetten Çok Uzakta ile geliyor. Aynı şekilde 1950’ler atmosferinde geçen film bu kez eşcinsel olduğunu söyleyen kocanın açıklamasıyla krize giren, dışarıdan çok idealize duran bir ilişkinin sınırlarını ve damarlarını anlatıyordu. Hatta film iki damardan o dönemlerin hassasiyetini kaşıyordu. Irkçılık ve eşcinsel ilişki. Bu açıdan Carol sanki devam filmi gibi duruyor, yani dönemin duygusunu daha iyi ve farkındalık yaratmak açısından şöyle bir evirip çeviriyor gibi.
Carol akıllara ister istemez yakın zamanlı Mavi En Sıcak Renktir’i de getiriyor ama hep atmosfer hem de bakış açısı olarak iki filmin yolu bir hayli ayrışıyor. Burada sosyal sınıf ayrımından başlayan ama birbirini sakince kavrayan ayakları yere basan bir ilişki var. Mavi En Sıcak Renktir de ise sınıf ayrımı olmaksızın, duygusallıktan çok sekse yaklaşan ama birbirini kavrayamayıp bozulan bir lezbiyen ilişki sendromu vardı. Ama bir tarafın erkeksi olması, ilişkiyi her anlamda yönlendirmesi durumu burada da var. Carol evli, çocuğuna düşkün ama kocasının yaratmaya çalıştığı sentetik dünyanın kendisini kuşatmasından bıkmış bir kadın. Therese ise hayata daha yeni başlayan, denemeye açık ama bir yandan da yakaladığı güçlü duygunun peşinden gitmeye aday genç bir kadın. Carol’ı bağlayan toplumsal dayatmalar onu pek ilgilendirmiyor, yani ister istemez dışında kalıyor. Ama bu sorumsuz bir halmiş gibi yansıtılmıyor kesinlikle. Film bu anlamda melodram havası kazanıyor, atmosfer de bunu destekliyor. Carol kesinlikle güçlü bir kadın, onu seven adamın yani kocasının kendisini çocuğuyla vurmasına izin vermiyor. Kendisine dair zorlu bir yola çıkıyor ama bunu kızı için de yaptığının farkına vararak yapıyor. Belki atılımcı davranışıyla ileride kızına ya da bu dertten mustarip olacak birçok kadına o anlamda yol çiziyor diyebiliriz, kişiselleştirmeyi bir kenara bırakırsak. Kocasıyla yaşadığı eşit olmayan ilişki bağlamında Therese ile daha eşit bir kulvar yaratma derdine düşüyor, bu da ilişkiye depresyondan daha çok saygı duyulası bir hava katıyor.
Cate Blanchett’in daha iyi performanslarını kesinlikle gördük ama filme kattığı hava tartışılmaz, Mara da çocuksu ve ürkek havasıyla iyi bir eşlikçi gibi duruyor. Carol 50’ler atmosferinde iki kadının birbirlerine duydukları sevgiyi sakince önümüze seriyor ve karakterlerin tutkusuyla önem kazanıyor. Haynes Cennetten Çok Uzakta ile aynı dönemi anlatarak, benzer temalarda ama daha ince ve dokunaklı bir film yaratmayı başarıyor…