Belgesel, insana “insan olduğunu hatırlatmaya” yarayan en önemli araçlardan biri. Dünyanın gidişatında bu hatırlatma her zamankinden daha kıymetli
İsmet Yazıcı. Semboller-kavramlar-mânâ üzerine dizi belgesellerin yapımcılığı, yönetmenliği ve metin yazarlığını yapıyor. Kitle İletişiminde İmaj ve Bilincin Haritası adlı iki de kitabı var. Gerek belgesele yaklaşımı, gerekse üretimi açısından farklı bir tarzı, farklı bir tadı var. Buna paralelde farklı bir izleyici ve takipçi kitlesi var. Yedi-Veren Düşleri, Suretteki Sır, Yolcu, İki Denizin Birleştiği Yerde, Sır… belgesellerinden sadece bir kaçı. Aldığı ödüller, katıldığı festivaller, verdiği seminer ve söyleşiler ise, şimdi burada sayamayacağım kadar uzun yer tutar.
İsmet ile Cinedergi için, iki meslektaş olarak bu farklı tadı – yaklaşımı ve belgesel algısı hakkında söyleştik.
1999’dan bu yana sembollerle ilgili projeler üretiyorsun. Bunların ağırlıklı bölümünü de belgeseller oluşturuyor. Sembollere bu ilgi neden?
Bütün yaptıklarıma bakıp, neden diye kendime sorduğumda, verdiğim cevap şu oldu: Kendini hatırlamak için… Varlık nedenimi arıyorum. Doğduğunuz coğrafya, aslında sizi ait pek çok şeyi belirler. Anadolu çok özel bir maya ve bu coğrafyada doğmuş pek çok kişi, zamanın her durağında, yeryüzündeki asıl doğumlarını gerçekleştirmek için, mananın peşine düşmüş. Ve tabi ki bu yolun en önemli rehberleri arasında semboller var. İşte o kıymetli cevherin, sırrın açılması gerekiyor. Kimileri için bu, zaman geliyor, olmazsa olmaza, mecburiyete dönüşüyor. Ben kimim diye kendinize sormaya başladığınızda –ki şahsi bir soru değil bu, insan kim olduğuna dair bir soru- gün geliyor tıpkı Yunus gibi hissediyorsunuz kendinizi, kaçarınız kalmıyor. Kendinizi doğurmak, doğmuş olanı paylaşmak zorundasınız.
Yani senin ki bir iç yolculuk diyebilir miyiz? Geçtiğin yollarda, girdiğin kapılarda gördüklerini paylaşma, anlatma derdi. Bir arayış, bir buluş…
Evet Semra aslında böyle de diyebiliriz. Bu öyle bir kapı ki İbrâhîm gibi putlarını yıkmak zorunda kalacaksın. Atıldığın ateşin içinde yanmadan seyran edip, kendindeki cevheri çıkarmak zorunda kalacaksın. Sana gösterilmiş olan o rüyanın peşine düşüp, Yusuf gibi kuyudan çıkmak zorundasın… Bütün hayat hikâyemiz bunun üzerine kurulu diye düşünüyorum. Kim olduğumuzun aranışı üzerine. Rahimden çıkış, bilmeye yol alıştır. Kendini bilmeye yol alış… Cevabı bulmak bir ömür sürebilir. Benim yapmaya çalıştığım bu. Şansım, ürettiklerim; hem yazdığım kitaplar, hem de ürettiğim belgeseller ve programlar bana bu soruyu cevaplama konusunda yol açıyor. Oldukça zor, ama bir o kadar da heyecanlı bir yol açıyor.
Senin proje önerilerine “sembollerin filmi olmaz” ya da “sembollerin filmi nasıl olur ki, gözümün önüne getiremedim, kafamda canlandıramadım diyenlerin” çok olduğunu ben biliyorum. Filmlerini hayata geçirirken bu durumlar seni nasıl etkiliyor?
Hiç etkilemedi diyebilirim. Yaptığım, daha doğrusu yapmaya çalıştığım şeyden o kadar emindim ki. Bu nedenle aslında bir şeyin üstesinden gelmedim. Sadece yolumda yürüdüm. Bence belgesel dediğiniz şey, İnsanın binlerce yıllık kültür bilincinin haritasını sunar önümüze. Bu haritayı çıkarmak için, belgesel sinemacıların genellikle izledikleri yol “görünen dünyanın”, somut maddi dünyanın izini sürmek oldu. Ama bir yanı daha vardı bize bırakılan kültür mirasının. Yaşamı var eden görünmez yüz… Görüneni biçimleyen, “görünmez”. Semboller, sembollerle yaratılan o kültürel miras, belgesel sinemanın zaman zaman bir metafor unsur olarak kullandığı, ama salt gerçekliğin aktarılmasını savunanlar için temelli uzak kaldıkları o belgeler yığını, uzak durulan bir alandı.
Gerçeğin öteki yüzü arayışı mı bu birazda? Eksik kalan bir şeylerin hissiyatı mı?
Ben gerçeğin diğer yüzü saydığım semboller dünyasının dökümanterinin çıkarılmasını çok önemli olduğunu düşünerek çıktım yola. Çünkü ‘gerçek’ görünenden fazlasında gizli. Semboller insanın var olduğu günden buyana hayatımızın aramızdaki ilişkinin ve bu ilişkideki sürekliliğin bir parçası. Ve en az somut diye tanımladığımız yüzü kadar anlatacak çok şeyi vardır. Bu nedenle ben ta başından beri ne yaptığımı biliyordum ve şaşkınlıkların, söylenenlerin benim için çok da fazla önemi yoktu. 1999’dan beri de soyutun belgeselini yaparak ve ‘yalnız’, bu yolda yürüyorum. Belgesel bence temelde insana kendini hatırlatmaya, “insan olduğunu hatırlatmaya” yarayan en önemli araçlardan biri. Sanıyorum, dünyanın gidişatında bu hatırlatma her zamankinden de daha kıymetli. Dolayısıyla aşkınlıkta duran semboller çok kıymetli, belgesel çok kıymetli. Yol açık oldukça anlatmaya devam edeceğim.
Aslında başlangıçta senin belgesel projelerini anlamayanlar, izledikten sonra bir kala kalıyorlar. Açık söylemek gerekirse seyircini zorluyorsun biraz. Hatta bazen bayağı bir zorluyorsun.
Öyle mi diyorsun. Bilmem zorluyor muyum ki?
Bence zorluyorsun ama bu çok güzel bir şey. Belgeselin misyon ve vizyonlarından biri de bu değil mi zaten. Düşündürmek, sorgulatmak, hissettirmek, biraz zorlamak…
Ben geçmişte kalmış bir şeyleri anlatmıyorum. Bugünün meselelerini anlatırken sembolleri bir araç olarak kullanıyorum. Geçmişteki bağlarından, köklerinden bugüne köprü kuruyorum. Belki bu bağlantı noktasında zorluyor olabilirim. Bilemedim şimdi.
Bir proje senin için ne zaman tamamlanmış olur?
Her ürettiğimiz, aslında kendi hikâyemizdir, kendi sıratımızdır. Hiçbir projenin sonunda insan başladığı yerde olmaz. Tıpkı suya yolculuk gibi; belki yolu biz seçeriz ama tercih suyundur. Nereye akacağımız, hangi kıyılara demir atacağımızı aslında proje belirler, eğer teslim olursak. Teslim olmadığımızda suyun bereketiyle yıkanamayız. Bu nedenle teslim olduğun an proje başlıyor ve hızla tamamlanıyor.
Birazda sinematografik yaklaşımından söz etsek?
Kendime has bir görüntü dili kurmaya çalışıyorum. Anlatmaya çalıştığım konuya özel kurduğum ışıklar, renkler, kullandığım müzikler, yaratmaya çalıştığım atmosferler, gerçek mekânlar ve bu gerçek mekânları yeniden yorumlayarak kamerayla dans ettirmek vs. hepsi kendi görsel anlatım dilimi oturtma ve geliştirme çabası. Mekanların grafiği, detay planlar, lokal ışıklar ve yumuşak geçişler benim sevdiğim kombinasyonlar.
Ne tür belgeseller izliyorsun? Hangi tarz yapılmış işler hoşuna gidiyor ya da ilgini çekiyor?
Biricik olanlar… Devir ‘Ferdiyet’ devri. Ve hikâye asıl şimdi başlıyor. Çünkü ‘gizli hazine’nin açılması, her bir ferdin kendi alanında, kendi biricikliğini fark edip, kendi kitabını okuyup telaffuz etme zamanı. Kendimizden kendimizi doğuracağımız bir zaman. Başkasının aklı ve başkasının gözünden değil. Ancak böyle özgürleşebiliriz ve o bütünün parçası olarak halkadaki yerimizin hakkını verebiliriz. Bu nedenle, kendi kazısını yapmaya çalışan insanların işlerini seviyorum.
Hem serbest piyasada hem de TRT’de belgeseller ürettin? Aradaki farkı nedir?
Özgürlükten devam edebiliriz. Ben yaptığım işte yalnızca buna bakıyorum, özgürce kendimi ifade edebildim mi, edemedim mi? Aslında ne bir kuruma bağlı olarak yaptıklarımız bizim özgür üretip üretmediğimizi belirliyor, ne parasını kullandığımız sponsora olan bağlılığımız, ne de elimize kameramızı alıp “en özgürüm” zannettiğimiz zamanki üretimimiz. Her adımda sorguladığım şey, ne kadar ben olduğum. Ne kadarı benim öz bilgim, ne kadarı toplumsalın bana yüklediği. Genellikle putlarımızla yaşamayı tercih ederiz. Ama bu zamanın ve bu mekânın tasvircilerinin belki de hiç hakkı yok putlarla yaşamaya. Bu bir zorunluluk kendini gerçekleştirme ve yüklenip geldiğimiz, akdini imzaladığımız o şeyi, kendimizde olanın varlık bilgisini ortaya çıkaracağız, hem de bu kadar ilah varken, hem de putlarımız bu kadar güçlüyken.