- Antalya Film Festivali’nde severek izlediğim Kalandar Soğuğu filminin yönetmeni Mustafa Kara ile konuştuk. Filmin yapım süreci gibi röportajımız da uzun ve ayrıntılı oldu. Vizyondan önce İstanbul Film Festivali’nde yarışmak bunun yanında başka festival yolculuklarını da tamamlamak isteyen film çabalanmış, emek harcanmış hissiyatını fazlasıyla hissettiriyor. Oyunculuklar, atmosfer, konu Karadeniz’in farklı bir yüzünde bir araya gelmiş bu kez. Dört mevsimin yer aldığı film birçok şeyi de tüm yalınlığıyla gösteriyor. Doğanın içinde ve yanındayız Kalandar Soğuğu’nda. Bulunca kaçırmayın derim!
Banu Bozdemir
Kalandar Soğuğu gerçekten de iyi bir film, öyküyle bütünleşen atmosfer ve boş geçmeyen bir durum var. Sizin kafanızda nasıl şekillendi tüm bu haliyle?
Filmi zaten çocukluğumun geçtiği kendi köyümüzde çektim. Orada maden arayan bir Zühtü amca vardı, şimdilerde de seksenine yaklaştı. Hala arıyor, oğlunun çocuklarının bütün ısrarına rağmen hala arıyor. Hala da bulacağını düşünüyor. Filmde de Trabzon’da gösterdiğimiz maden işletmesini o buldu dağlarda. Mühendislere mihmandar olarak eşlik ediyor, mühendislerin üşengeçliğinden bu taşı bize getir, şunu götür derken bu işi öğrenmiş. Hastalıklı hale getirmiş, kitaplar alıyor, okuyor, dağlara gidiyor dönmüyor.
Ama aile hayatı da devam ediyor değil mi?
Ama Zühtü’nün ki öyle değil, onunki bambaşka bir şey. Benim çocukluğumda gördüğüm, dağlara gidip gelmeyen, alay konusu olan adam bana kahraman gibi gelirdi. Sinematografik gelirdi. Ben de orta ikiye geçtiğim yaz o maden işletmesinde çalıştım. Sonra sektöre girince, bunu kendimize dönük, daha bizden ne anlatabilirim iye düşününce Zühtü amcanın hikayesinden bir şey yaratabilir miyim diye düşünürken çocukluğumda bilinç altımda yer edinen şeye dönüş yaptık. Ama o başlı başına maden arayan adam figürüydü. Ben bu figürü alarak onu başka bir öyküyle yalnız, dağ başında ısrar eden adamı kendisine ailesine ispat etmek isteyen adamı, tutkulu bir adamı anlatalım hem bize benzesin istedim. Şehirdeki adamdan tek farkı, farklı bir şey için mücadele eden bir adam olsun. Sonra oralıyım ama boğa güreşlerinin Artvin’de yapıldığını bilmiyordum. Bu hikayeyi eşinin istememesine rağmen taşrada bu çatışmayı nasıl yaratırız diye düşünürken boğa güreşlerine rastladım. Adam madeni bulamıyor ama farklı şeylerden çıkış aramasını boğa güreşlerine bağladım. 2009 yılında Köprüde Buluşmalar öykü yarışmasına seçilmişti. Sonra Kültür Bakanlığı yazım desteği, sonra yapım desteği derken sonra ortak arayışları başladı. Başka ülkelerden başka ortaklar bulduk. Benim ikinci filmim ama ilk filmim daha televizyon filmi gibi falandı, o yüzden ilk filmim sayılabilir. Öyküde anlattığımız ısrarcı, inatçı taraf bende de var.
Dört dörtlük oluşturmaya çalışmışsınız bir yandan da koşulları sanki…
Sektörde çalışmanın tecrübesi de var yıllarca. İlk filmimden de memnun değilim ve daha iyi bir film yapabilmenin koşullarını oluşturmaya çalıştık. Önce Eurimages desteği, sonra TRT ön satışı. Bu süreç uzundu ama sonraki süreci de uzun sürdü. Senaryoyu hocamla tamamladık. Bu pastorallikten, bu köy hikayesi halinden öyküyü çıkaracak şeyden ilki de oyuncu meselesiydi. Oyunculuklar iyi olmazsa karikatürize olma ihtimali barındırıyordu.
Zaten oyuncularınız da en iyileri kucakladı Antalya’da… Kesinlikle erkek oyuncu çok iyiydi, her duyguyu hissettirdi bize…
Oyuncu seçme aşaması da bayağı zorlu geçti. Çok heves eden oyuncuların orada, dağın başında ne yapacağını çok merak ediyordum. Hem belli ki çekimler uzun sürecek, uzayacak, biz doğayı takip edeceğiz. Yağmur, sis beklenecek. Bu koşullara uyum sağlamanın ötesinde ben deneme çekimi yaptığımız oyunculara inanamadım. Yönetmen galiba ilk başta kendini ikna etmeli.
Peki Haydar Şişman nasıl ortaya çıktı ve sizi ikna etti?
Çok fazla oyuncu arasından seçim yapmak durumunda kaldık. Bu arada kadın ve çocuk kastının oluşturmaya çalışıyoruz. Büyük oğlanı yatılı bir okuldan buldum. Down sendromlu çocuk senaryoda yoktu ama benim akrabamın çocuğuydu. Benim hoşuma gitti, ilginç geldi. Normal bir çocuk gibi davranıyorlardı, ben de bu normalleştirmeyi bizim ailenin içine almak istedim. Şu anki başrol oyuncumuz Haydar Şişman benim ilkokul öğretmenim.
Gayet güzel bir buluşma olmuş…
Evet deneme çekimi yaptık zaten, en iyisiydi. Ya o çaresizlikten öyle geldi. Müthiş derinlikli, garip geldi. O mevsimi onunla başladım, oturtamazsam değiştiririm diyordum hala. Kameraya adapte olana kadar ki çekimleri attım, kullanmadım zaten. Diğer kız Trabzon’dan hemşire. Kameranın önünde beş kişi var, hepsi de amatör.
Amatörlük eşittir: doğallık bana göre zaten. O bilmeme hali daha iyi yansıyor kameraya kesinlikle!
Şöyle bir sıkıntısı var onunda. Ya gerçek hayattaki hakikatli duygumuz neyse öyle yapıyor ya da hiçbir şey yapamıyor. Yetenekli oldukları ortada ama çok uğraştık. İki günde bir sahneyi çekmişliğimiz var. Ekipten arkadaşlar da itiraf ettiler sonra Mustafa ne yapmaya çalışıyor, nereye gidecek bunun sonu demişler içlerinden. Ama ben belli bir samimiyet yakalayacağıma inanıyordum, tüm gücünü gerçekçilikten alacaktı çünkü. Yurtdışında izleyenlerin ve belki de Antalya jürisinin de handikabı şu oldu. Sanki her şey kendiliğinden olmuş gibi geldi sanki onlara. Bütün her şey oluşturuldu. Var olan hiçbir şeye dahil olunmadı. Yurt dışında öyle sorular geldi. Ev ve kıyafetler için çok uğraştık. İki kıyafet görüyorsunuz epi topu ama eski gözükmesi için köylerden topladık. Her şeyin devamlılığı olmalıydı, dört mevsim değişti, hayvanlar değişti ama devamlılık devam etti. İyi bir şey yapmaya çalıştık. Yaşlı kadını da söyleyeyim o da benim annem.
Çok da güzel oynamış. Ama filmde dikkatimi çeken başka şeyler de oldu. Mesela neden o kadar yoksulluk var diye sordum kendime. Karadeniz’le yaratılmış bir tezatlık gibi duruyor. Doğası herhalde kafamızı karıştırıyor.
Görünen yoksulluk az bile, çelim yaptığımız yerlerde ne hatlar var. Fazlalaştırdığımız şeyler de vardır, az anlattığımız şeyler de! Karadeniz’de çok anlatılmamış böyle hikayeler. Ülkede yoksulluk ve yoksunluk doğuda daha ağırlıklı ama ülkenin birçok bölgesi aynı şekilde bırakılmış. Ama ben bu doğuya bir tezat olsun diye anlatmadım bu hikayeyi. Benim bildiğim, yaşadığım, şahit olduğum hayat bu hayat. O doğa dediğimiz şey onlar için bir zulüm. Sis sinemada çok estetik duruyor ama orada işlerini aksatıyor. Çayını biçemez, hayvanı otlatamaz. Bize buradan romantik geliyor ama yaşarken öyle değil. Daha iyi koşullarda olan aileler var ama ben öyküyü birkaç mekana yaymak istemedim de orada anlatmak istedim. Filme ait bir dünya, atmosfer yaratmak istedim. Boğa güreşlerinden dolayı günümüz olduğunu anlıyoruz ama atmosferine inandırıyor seyirciyi.
Peki bu dört mevsimi verme ihtiyacı neden oldu?
Elbette olmazsa olmazı değildir ama insan özellikle ilk filmlerde bir şey anlatmaya çalışırken birçok şey anlatıyor. Salt bu değil tabii, bu adamın umudunu anlatırken bir yandan da doğayla ilişkisini anlatmak istedik. Bir fon oluşturmaktan çok hayatlarının bir parçası haline gelsin diye mevsimleri hissettirmek istedik. Doğanın döngüsünü orada yaşatmak istedik. Maden arama, boğayı eğitme ve tekrar madeni bulma. Bu kısırdöngüyü doğanın dönüşümüyle vermek istedik. Senaryonun reel dili de mecbur kıldı.
Buzağının doğumu denk mi düştü?
Yok hayır bekledik. Denk düşen şeyler ayı ölüsü bir de parçalanmış koyunlar. Biz orada film çekerken o çobanın sürüsüne kurt saldırdı. Birkaç tanesini de öldürdü. Ben parçalanan hayvanları buldurup filme koydum. Zaten o kalan parçaları onlar da topluyor, tekrar kurt izlerini sürmesin diye…
Filmin başka bir noktasına gidelim şimdi de. Adamın hayalleri var ama yoksullukla beraber önü kesilmiş durumda. Böyle bir çıkarsama da oturur mu filmin genel duygusunun içine?
Kendi mesleğimizden yola çıkarsak, bu mesleği yapmaya kalktığımızda herkes daha rasyonel bir hayatı seçmesi için ısrar etmez mi? Hayatta biraz sıra dışı şeylerle uğraşılacaksa diğerlerinin buna bir tepkisi oluşacaktır. Mehmet şehirde olsaydı belki başka bir şey yapıyor olurdu. Eşi onun diğer köylüler gibi olmasını istiyor, Mehmet ise başka bir şeyi var edebileceğini, madene bulabileceğini düşünüyor. Yoksul olan hayal edemez değil ama kafasına buyruk dolaşmasını engelleyen haller var. Yoksulluk bir sebep sadece.
Biraz salyangozlardan bahsedelim. Sarmaşık filminde de vardı, iki filmde arka arkaya görünce ilginç duruyor…
Filmimiz bütün gücünü gerçekçilikten almasına rağmen zorlama göndermeler yapmaya da çalışmadım. Çocuklar salyangoz topluyorlar ve satıp pantolon alacaklar. Şöyle de bir inanış var. Kimilerine göre bir kehanettir salyangozların evi sarması. Kimilerine göre de yavaş yavaş gelen bir şeyin mutlu sonu işaret etmesidir. Ben Mehmet’ de salyangoz gibi gördüm. Yavaş yavaş adım adım yürüyor ama doğa mı yaratıcı mı dersiniz çabası bir şekilde mükafatlandırılıyor. Salyangozların evi sarması o sabah başka bir atmosfere geçmenin işareti. Boğa kayboluyor, ailenin de kendini kaybedip bulmaya çalıştığı bir arayış başlıyor o esnada.
Bu film uzun uğraşlar sonunda çekmişsin. Güzel de bir film çıkmış ortaya, bu filmin sonrası için sende yarattığı şey ne oldu?
Beş yıl sürecek diye planlamadık, planlarımızın dışına çıktı. Başladığımız bir şeyi iyi tamamlayabilmek içim mücadele verdik. Maddi ve psikolojik olarak gücümüzün kalmamasına rağmen biz kendimize ve filme bunu yapmak istemedik. Bu esnada geçinmek için belgeseller yaptık çeşitli kanallara. Ama film orada kazandıklarımızı da harcamaya sebep oldu. Tadını sürer miyiz bilmiyorum ama bu yük sırtımızdan kalktığı için mutluyuz. Bu mücadelenin bir karşılık buluyor olması değerli tabii. Bu kadar uğraşı bir sonraki şeyi yapabilmeye motive ediyor insanı. Şimdi yeni senaryolar peşinde koşuyoruz.
Güçlü bir filmle çıktıktan sonra yönetmenlerimiz diğer filmlerinde aynı gücü pek yakalayamıyorlar. Bütün enerjilerini o filme harcadıkları için geriye atmosfer, hikaye ya da duygu olarak pek bir şey kalmıyor gibi. Diğer filmler için öyle bir korku var mı?
O korku var tabii ama ben onu ilk filmden sonra büyük yaşadım. O sancılar galiba bu filmi biraz daha başarılı yapmaya uğraştırdı. Sancılar oluşacağını pek sanmıyorum. Tabii ilk filmi sadece yönettim, hikayesi vs. bana ait değildi. Kibirli bir cümle olabilir ama ilk filmde başarıya ulaşınca insan ben oldum, başarıya ulaştmı gibi bir anlam çıkarıyorsa insan asıl tehlike orada başlıyor.
Genelde kişisel hikayeler çıkıyor sinemamızdan. Genelde bütün yönetmenlere sorduğum bir sorudur, politik atmosferle ilgili yapmak istediğin bir film var mı, düşünür müsün?
Politik atmosfer bu ülkede yaşadığımız için hepimizi etkileyen bir şey. Bu atmosferden etkilenmek demek, tırnak içinde politik film yapmak değil. İnsan bildiği ve anlatabileceği şeyler üzerinde durmalı. Ben bildiğim, nasıl durur, nasıl hisseder dediğim şeyi anlatmaya başladığım için başarılı oldum sanırım. Kalandar Soğuğu da politik bir film. Bu kadar yoksulluğa, yoksunluğa bırakılmış insanlar hepimizin sorunudur, biraz oraya da işaret etmek lazım. Benim doğduğum yerlere 81 yılında elektrik geldi. Dünya başka bir yerde dolaşıyordu o esnada. Salt politik göndermeler için film yapılabileceğini düşünmüyorum.
Film Yılmaz Güney filmlerine hissiyat ve atmosfer olarak da benziyor zaten.
Bu övünç duyacağım bir şey. Yılmaz Güney’in 20-30 yl önce yaptığı şeyi sinemanın bugünkü diliyle yapılabiliyor olması değerli bir şey çünkü. Ona yaklaşmak da istedik zaten. Diğer soruna cevap; salt politik film yapayım diye ortaya çıkan bir filmin de iyi bir film olduğunu düşünmüyorum. Yolun başında biri olarak sorular soruyorum, ne anlatmalıyım nasıl anlatmalıyım diye. Meseleleri sinemayla çözmek gibi derdim yok, sadece işaret edebilirsin. Ama on yıl sonra ne konuşuruz, sinemamız nerede olur bakmak lazım.
Sanat yapılıyor, filmler çekiliyor ama bir yandan da kıstırma, susturma halleri mevcut. Özgürlükmüş gibi sunulup sonra bir anda küçük hareketlerle engelleme hali. Bir çelişki mi, ben yönetmenlerin bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum.
Ben o derecede ağır bir yük hissetmiyorum üzerimde. Bir sanatçı bunu hissediyorsa farklı bir kapı bulmalıdır diye düşünüyorum. Başka bir yerden anlatmalıdır derdini. Onları anlamak ve konuşmak lazım. Antalya’da son gece yaşananlar anlamsızdı tabii. Bir şeyden o yöntemle kaçılamaz. Ama sinemacılar anlamında baktığımda ortada bir problem varsa problemden kaçarak, küserek, filmi çekerek mücadele edilebileceğini düşünmüyorum. Ben bizlerin onlardan daha zeki olması gerektiğini, başka bir kapı bulmamız gerektiğini düşünüyorum. Dünyanın her yerinde bu problemler var ama ne küsüyorlar ne filmlerini yapmaktan vazgeçiyorlar. Sanat yapmanın bin türlü yolu yöntemi var. Hatta o durumun insanı kamçılayabileceğini de düşünüyorum. Mesela İran’a bakalım. Tarkovski’ye bakalım… Meseleleri daha derinden farklı ele alırsak daha güçlü olacağını düşünüyorum.
Filmin asıl yolculuğu şimdi başlıyor belki de…
Oldukça ilgi var filme. Bugünün şartlarında fiziksel zorlukları, onu bir kenara koyacak olursak taşradaki bir adamın da kaygılarını tipik bir köy filmi yapmanın ötesine geçiren bir film çok yapılan bir şey değil günümüzde. Biz bunu başarabilmek için uğraştık. Sinema seyircisi de bunu algıladı, filmi izleyenler. Antalya’da da büyük ödüller olmasa da o değeri gösterdiler filme.
Maddi olarak ne kadara mal oldu?
Bakanlık, TRT, Eurimages destekleri bitti. Bir milyona çıktı diyebiliriz kısaca ve hala da borç var. Bu durumdan da çok şikayetçi değiliz açıkçası. Son lafları edecek olursak son yıllardaki minimalistleşme çabaları sinemadan da koparıyor biraz açıkçası. Film öncelikle kendi atmosferine inandırmalı. Bu film atmosferi oluşturabilmek (fotoğraf ve görüntüler değil kast ettiğim) filme inanmaya çalışmak demek. Çok önemsedim her detayı, ayrıntıyı. Sisli sahneleri çekmek için 25 gün bekledim. O içselliği de vermek için. 25 gün ülke şartlarında bir film çekme zamanıdır. Para değil bunu sağlayan, küçük bir ekip kurdum. Senaryoyu da akışına göre çektik, sis de en sondaydı, bekledik. Beğendiğim onlarca şey olmasına rağmen beğenmediğim onlarca şey de var. Ama yine de başardığım çok şey var evet…