Yarışmak galiba her şeyin dokusunu, doğallığını ve biraz da ahlakını bozan bir şey. Karşımızda gerçek bir hayat hikayesinin kitaptan uyarlama hali var. Yani gerçek iki kere kurguya girmiş bir halde karşımıza çıkıyor. Buna rağmen Son Efsane / The Program’ın belgesel algısı ağır basıyor.
Biraz dört denklemli işlem gibi olsa da bisiklet yarışçısı Lange Armstrong’un büyük hırsı ve bu hırsla büyük bir efsane olmasının arkasındaki nedenler anlatılıyor. Belki de hiç kurcalanmayacak gerçekler Armstrong’un peşine düşen spor yazarı Dawid Walsh’un kişisel çabalarıyla açığa çıkıyor. Armstrong’un gerçekten de ilginç bir hayat hikayesi var. Önce kendi halinde bir bisiklet yarışçısı ama vücudunun bisiklet sporu için zayıf olduğunu ve asla bir şampiyon olamayacağını öğreniyor. Sonra kanser oluyor ve adeta yeniden doğuyor. Hastalığını ajite ve yükselme unsuru olarak kullanan Armstrong performans arttırıcı ilaçlar alıp 1990- 2005 yılları arasında yani yedi yıl üst üste Tour de France’ı kazanıyor.
Film tamamen arka planı, bu yarışların nasıl kazanıldığını, hatta bu konuda bir şebeke oluşturulduğunu anlatıyor. Yönetmen olarak Stephen Frears imzası olması filme artı bir değer katmamış, filmi oldukça popüler kalıplarda olduğu gibi anlatmış yönetmen. Tabii bunda sporcunun arkasında işkilli bir hafiye gibi dolanan kitabın da etkisi olmalı. Film bizi sürekli Armstrong’un kötü bir adam olduğuna inandırmaya çalışıyor ve bunda da başarılı olduğunu söylemek mümkün. Yani sporcunun tarafından bakmayı pek uygun görmüyor, ya da onu anlamayı. Bu konuda sadece Armstrong mu suçlu diye sormak gerekiyor. Yedi kere şampiyon olan, hasta olduktan sonra küllerinden yeniden doğan Armstrong’dan şüphelenmek spor yazarı David Walsh’tan başka kimsenin aklına gelmiyor. Müsabakayı yapanlar niye bu kadar aymaz diye sormak istiyor insan! Ya da sürekli gündemden düşmeyen dopingi besleyen başarı sistemini, doktorları, antrenörleri, belki de politikacıları… Yani film şunu yapmak istiyor asıl, bir suçlu bulduk ezelim kafasını. Zaten film dediğim gibi ona gıcık spor yazarı Walsh’un kitabından uyarlama, bir de neredeyse bin sayfalık bir doping raporundan.
Film bir belgesel edasıyla yol alıyor, heyecansız ve sürprizsiz. Tıpkı yarışlar gibi, kimin kazanacağının belli olduğu bir yarışın perde arkasını gayet düz ve keyifsiz anlatıyor yönetmen. Ve bu kadar ünlü ve zengin olan Armstrong’un spor dışı hayatından, ailesi ve çocuklarından neredeyse tek bir an göremiyoruz. Bir tek insani yan olarak kanserli çocuklarla bir araya geldiği an var ki, onu da öylesine koymuşlar hissi hakim. O yüzden kendi içgüdülerinizle sporun alet olduğu skandallar adına üzülüyorsunuz. Hele de o spor bisiklet olunca.
Film ayrıca şu kafa açıklığını sağlıyor, başarı öykülerinin de falsolu olduğuna dair bir tez sunuyor. Hepsi böyle değil aman kimse zan altında kalmasın tüm mert ve bilek gücüyle yarışan, kazanan o sporcular. O zaman büyük bir zaaf var burada, büyük bir spor skandalını anlatırken bu kadar tek yönden bakmak yine sektörün yanlışı!
Film karaktere çok fazla odaklanmadan hatta onu fazlaca dışarıda bırakmak istercesine bir anlatım sunuyor, burada Frears’ın birazcık memur yönetmen statüsünde kalmak istediğini anlıyorsunuz. Ya da şartlar onu zorlamış. Ben Foster ünlü bisikletçiye o kadar sahici bir şekilde hayat veriyor ki, filmin Armstrong’u bu kadar dışarıda tutması yazık oluyor. Bir adamın yeniden doğuş hikayesi olacakken batış hikayesi olan hayat tek taraflı bakış açısıyla iyice uçuruma yuvarlanıyor! Geriye ya diğerleri diye bir soru bırakarak!