Bu hafta vizyona giren Baskın Karabasan filminin yönetmeni Can Evrenol filmi için ABD’de Anadolu’nun Hellraiser’ı tanımlaması yapmalarına çok sevindiğini söyledi…
SERDAR AKBIYIK
Korku filmleri sinemaları yavaş yavaş ele geçirirken kendi içinde de farklı türleri seyretmeye başladık. Çokca Cin filmi seyredip farklılık arayan izleyiciye böyle bir film çeken yönetmen Çan Evrenol ile konuştuk. Işte yönetmenin filmiyle ilgili söyledikleri…
Bir kısa film geçmişiniz var ve bu sizin ilk uzun metrajlı projeniz. Biz hep deriz ya “Türkiye’de kısa metraj sinemacı olmak için, yurtdışında ise sinemacı olunduğu için çekilir.” diye. Bu anlamda sizin kariyeriniz ne şekilde gidecek? Uzun metrajda mı devam edeceksiniz yoksa kısa film de görecek miyiz?
Ben aslında kısa film çekerken 100 metre yarışçısı gibi hissettim. Bir 100 metre vardır bir de maraton yarışları vardır. 100 metre daha hoşuma gidiyordu ve bir şey yazayım diye başlayıp birkaç sayfa sonra bitiriyordum bu yüzden hep doğal geliyordu. Ancak şimdi uzun metraj çektikten sonra düşüncem şu yönde, kısa metraja harcadığım emek ve zaman ve maneviyat aynı. Bu yüzden kısaya harcamaktansa, uzun metrajlı filmlere harcamak gibi bir düşünce var kafamda. Ancak kafamda bir şey olduğu zaman illa ki kısa film yapacağım.
Normalde ilk proje bütün yönetmenler için önemlidir. Neden bir korku filmiyle başladınız?
Çünkü benim dilim bunu gerektirdi. Normalde başka bir senaryo fikri vardı kafamda ancak sonradan biraz daha bütçe çıkınca, korku filmlerini çok sevdiğimden ve çekmek istediğimden korkuya yöneldim. Hiçbir senaryo yazarı bir edebiyatçıyla karşı karşıya gelmedim, oturup konuşacak, yazacak fırsatım olmadı. Küçük bir yazı grubum var tabii ki onlar kötü demiyorum ancak edebiyat yönü daha baskın olan bir yazarla konuşma şansı elde edemedim. Kendim yazdım. Kendim yazınca da böyle bir şey çıktı. Yani seyirciyi korkutma değil de daha çok kendimi ifade etmek oldu.
Filmi seyretmedim fakat filmin tarzının farklı olduğunu herkes söylüyor. Artı olarak pazarlama konusunda da bir artısı var ki Amerika’ya kadar gitmiş. Bunu nasıl sağladın? Çünkü bildiğimiz Türk Sineması korku tarzının dışında sanıyorum film.
Austin’de bir yorumcu bizim için “Anadolu’da Hellraiser” dedi. Bu da benim çok hoşuma gitti tabii. Onlar çıta olarak çok yükseklerde, filmler hem edebiyat hem de bütçe olarak ilerimizdeler. Ancak bence hissiyat olarak dediği şey çok doğru bir etiket oldu. Ben de filmi biraz böyle konumlandırmak istiyordum. Pazarlamamız çok da farklı bir pazarlama değil. Dünya sinemasında “çok sert bir korku filmi geldi.” gibi bir pazarlaması var. Hatta ben Kanada’da Vanguard bölümünde olsun istiyordum film. Vanguard daha sivri içerikli daha nitelikli filmler. Daha sonrasında daha da ünlü bir yere koyuldum. Aslında biraz da endişem oldu oraya kaşarlanmış korku filmi izleyici kitlesi gelecek diye, çünkü bizim filmimiz daha başka bir şeydi. Kökeninde bilim kurgu filmi. Yavaş yavaş gelişip sürprize düşüyor. Bizde biraz festival, Türk filmi niteliğinde bir filmi alacakaranlık kuşağıyla birleştirince herkesin bir yorumu oluyor ve farklı bir şey ortaya çıkıyor.
Türk sineması için kendine has bir korku dilinden bahsedebiliriz. Cin filmleri neredeyse bu bir tür olmaya başladı. Bunu nasıl algılıyorsun ve senin filminin farklılığı nedir?
Meslektaşlarımla kendimi kıyaslamak istemem ancak tür için, o filmler benim kalbime yakın hissettiğim filmler değil. Birkaç tanesini başından beri takip ettim fakat sevemedim. Mesela Hasan Karacadağ’ın yarattığı şey için çok büyük bir saygım var. Özgür Bakar var çok sevdiğim arkadaşım, Özgür’le yüz yüze de çok konuşuruz. Bu tarz filmler kendimi pek bağdaştıramadığım şeyler. Belli çizginin içinde ilerliyorlar. Evde tek başınıza izlediğinde korkutacak şeyler var ancak şaşırtmıyorlar. Bu yüzden beni cezbetmedi.
Peki senin filminin farklılığı neydi?
Türkiye’de bu film yayınlanmaz mı acaba diye düşündüğümüz sırada yurtdışından talep olduğu ve bütçenin buna yeteceği bilgisine ulaştık ve bu da benim istediğim şeyi istediğim şekilde yapabilme lüksüne sahip olmama yol açtı. Bence bu olaydan dolayı diğerlerinin yanında korkudan ziyade sanat kateogorisine düşebilecek bir film oldu. Biraz şans, biraz işlerin denk gelmesiyle oldu bu.
Biliyoruz ki bir çok yönetmen korku filmleriyle başlıyor ve hep öyle devam ediyor. Senin sinemanda korku türü bir başlangıç, yapına uygun olması, senaryo yazımındaki o durumla mı ilgili yoksa sen bu türü kendin için oluşturma hevesinde misin?
Ben daha çok ikisi de olsa ne güzel olur diyorum. Popüler sinemaya yöneldiğinde içinde daha keskin ögeler taşıyan veya belli bir şeyler yapıp daha sonra başka yerlere kaymak, bir futbol filmi bir boks filmi yapmak isterim. Ancak ben dünyanın her yerinde bir yönetmen olarak masaya oturup gururla dururum da bir yazar olarak kendime hayranlığım yok açıkcası. Çok iyi bir hikayeyle birleşip onu yapmak gibi bir açlığım var aslında. Her ne kadar birçok şeyden çok tatmin olsam da.
Peki şimdi seni, tanıyoruz, yani tanımaktan kastım yola nasıl çıktığını ve buraya nasıl geldiğini bir nebze biliyoruz. Buradan yeni yönetmenlere tek kelime söylemen gerekse, burada, uzun metrajını çekene kadar bu yolculukta seni en çok zorlayan şey ne oldu? Ve zorlayan şeyleri nasıl geçtin?
Tek kelime zor, tek kelimeye indireceksek para diyelim. Ben kendi istediğim gibi kısa filmleri çekip bir şeyler yaratmış da olsam, gereken parayı çebimden koymasam olmayacaktı bunlar.
O zaman aslında Türk Sineması’nın endüstri olamamasının acısını yönetmen olmak veya bu yola çıkmak isteyenler çekiyor?
Biraz öyle, ben o köprüde buluşmalara girdiğimde film sunumu sanıyordum ancak sadece senaryolar sunuluyormuş. Masaya oturmuşuz, on tane senaryo var orada ve hepsi de güzel senaryolar. “Herkes bunları nasıl çekeceğini mi anlatmalı acaba?” diye bir soru oldu benim kafamda. Bir yerden sonra reklam ajanslarında nasıl konuşuyorsam öyle yapmalıyım dedim. Hatta dün de konuşuyorduk bir arkadaşımla ekibin karşına çıkıp senaryonu kabul ettirmen gereken bir işten Tarkovski filmi çıkamaz zaten. Ben de biraz daha idealist yaklaştım. Filmimi sundum mu? Evet sundum ama anneme, kardeşime, görüntü yönetmenime… İlla ki sunmanız gerekiyor zaten bir tartışılma olması gerekiyor ancak ne kadar doğal ve sosyal gelişirse o kadar güzel oluyor.
Peki filmin kastını nasıl toparladın?
Valla kasttaki herkesle bir hikayemiz var. Kimisi arkadaşım mesela, Ergun abiyle tanışmamız çok tesadüftü. Beşiktaş’tan çıkmıştım bir kast görüşmesinden reklam çekimi için, bir baktım Ergun Kuyucu kenarda çorba içiyor. Hemen gittim elini sıktım ne kadar büyük bir hayranı olduğumu söyledim. Benim bir senaryom var okursan çok sevinirim falan dedim. O da tabii dedi. Senaryoyu yolladım o da bana geri dönüş yaptı “Yaparız” diye. Hatta itiraf etti kamera arkasında “Senaryoyu ilk okuduğumda anlamadım ama yaparız ederiz dedim.” diye. Biraz kendi bireysel ilişkimizle filan yürüttük. Filmdeki kötü karakter olan Mehmet mesela çok garip bir tip. Onun bambaşka bir hikayesi var. Kendisi Pendik’te bir otoparkçı. Daha film çıkmadan suratını reklam etmeyelim dedik. Onun dışında diğer oyuncularımızla da kast aşamasında tanışıp anlaştık. Mesela polislerin şefinin çok karizmatik, hükmedebilen bir tip olması gerekiyordu ama öyle oyuncuları almak için para yok. Başrol veremiyorsun. Hem de iyi bir oyuncu olması lazım ki diğerlerinin yanında aksamayacak. Nasıl bulacağım diye kendimi yerken Fatih Dokgöz Trabzon’dan gelmiş. Saç ektirmiş. Saç ektirince de ben birkaç ay iş yapmayayım demiş ancak böyle bir iş gelince de yaparız dedi saolsun.
Peki Kültür Bakanlığı’nın korku filmlerine bakışı nasıl, alabiliyor musun destek?
Abi hiç denemedik. Kapıcı diye bir filmimiz vardı bizim. Onunla Atlantik üzerinden Reha Erdem’in Mars’la konuşmalarına rağmen biz hiçbir destek alamamıştık. Sonrasında ben de ümidi kestim tabii. Tamamen yüzümü batıya dönmemin sebebi de oydu zaten.
Ben kast olayını şu yüzden sordum, normalde Türk Korku Sineması’ndaki kastlar özellikle çok isim yapmamış, tanınmadık yüzlerin üzerine gitmeye çalışıyorlar. Ve bunun için bir takım sebepler de öne sürüyorlar. Senin korku anlayışında bu bir şey ifade ediyor mu? Yani isimlerin çok bilinmemiş olması vesaire…
Bu soru birkaç defa yurtdışında da geldi bana ancak böyle seçimler bana hiçbir şey ifade etmiyor. İlk film olmasının bence bir etkisi var. Sen çok büyük bir oyuncu ve onun haklı egosuyla bir yolculuğa çıkıyorsun bir film çekerken eğer kastında öyle bir oyuncu varsa. İlla ki bir şeyler ters gidecektir, senden şüphe duyabilir. Sen ondan şüphe duyabilirsin. Gerçi ben gidip en büyük oyunculara da sordum. Hatta İlker Aksum bir ara aradı beni yanımıza geldi “Ben baba rolünü istiyorum.” diye. Baba için farklı bir oyuncumuz vardı. Ben İlker Aksum’u polis şefi için düşünüyordum. Denedim ben cidden ama zorlamadım tabii ki.
Türk izleyicisini etkileyen bir korku altyapısı var. Dini içerikli korku filmleri. Gelenek görenekle beslenen, aslında Halk Edebiyatından gelen, sözlü edebiyatla beslenen bir tür. Bu filminle biraz o türün dışında kaldığını düşünmüyor musun? Sonuçta seslendiğin halkın beğenisiyle yaratılmış bir tür söz konusu ve sen buna muhalif olarak ortaya çıktın.
Şöyle ki, mesela Fransız yeni vahşet sineması diye bir şey var. Orada baktığında Fransanın halk kültürüyle alakalı bir şey var mı? Yok. Ancak Fransa’nın son 15 senedir sokaktaki vahşeti, çatışmaları, ırklar arasındaki tersliklerden gelen büyük bir nefret var, otoriteye karşı olan, bunları gösteren muhalif bir sineması var. Ancak bu filmlerin diline yansıyor. Hostel gibi, belki de ondan daha sert filmler geliyor Fransa’dan. Ancak içinde hiç espri yok. Çok ciddi. Bence Türk korku filminde de cin, tamam. Ki bakıldığında iyi filmler bunlar. Ancak Türk Korku filmini belirleyecek olan şey sadece kültür değil, bu topraklardaki motiflerin o dile nasıl yansıdığı. Dil deyince de, bana çok da söz düşmez ancak Türk Korku Sineması’nda dilin arka planda kaldığını düşünüyorum. Onun için yaparken de filmi, hiç gelmeyecekler etmeyecekler diye düşünmedim. Ben zaten içimden geldiğim gibi yaparsam bu filmi Türkiye’deki insana hitap ederim diye düşündüm. Onun da biraz geri dönüşünü alıyoruz gibi gözüküyor.
Korkuda farklılık arayanlar mı?
Sadece korkuda farklılık arayanlar değil. Mesela polislerin arasındaki muhabbet de birçok insanı çekecek bence.
Bizim yönetmenlerimizin mesela, bir görüş vereyim, Alper Mestçi’yle muhabbet ediyorduk mesela, cinden sıkıldığını, farklı bir şeyler çekmek istediğini ancak korku izleyici kitlesinin 15-20 yaş arası kızlar olduğunu söyledi. İzleyici aslında sıkıştırıyor gelişimi.
Ancak şu var, buna boyun eğmek mi lazım? Meydan okumak mı? Ben Türkiye’de korku filminin belli bir kitleye hitap ettiğine inanmıyorum. Ben de izlerim, annem de babam da, kardeşim de izler. Bence şöyle bir şey var, bu filmi yaparken Türk seyircisini umursamıyorum diyerek bir maske takmıştım. Ve bu maskeyle yapılan bir filmin aslında Türk seyircisi için yapılanlardan daha fazla seyirciye ulaşacağını düşünüyorum. Bunun ben garantisini veremem ancak benim düşüncem, umudum bu. Mesela Paul Verhoeven Liberal solcu Hollanda hükümetinde yaptığı filmler yüzünden sansürleniyordu. Gitti, aşırı kapitalist bir Robocop filmi yaptı ve aşırı kapitalist yaparak kapitalizmi de eleştirdi aynı zamanda. Bu yüzden herkes sevdi onu. Bir arkadaşımın annesi filmimizi izledi, filmimizde neredeyse hiç kadın yok. Çok güzel bir yerde var aslında ancak en başından bakınca yok gibi, “Bu aslında biraz maçoluk eleştirisi olmuş.” dedi arkadaşımın annesi ve bu benim çok hoşuma gitti. Hakkaten argo espriler seven adamın da hoşuna gidecek bu, LGBT kafasınında, eleştiri bekleyen insanların da hoşuna gidecek. Benim kendi dünya görüşüm öyle olduğundan yansıttım bunu.
Son soru olarak, izleyici için benim sana sormadığım ancak senin söylemek istediğin bir şey var mı?
Aslında ben az şey söylemek istemiştim ancak çok fazla konuştuk. Ne kadar az şey bekleyerek gidilirse o kadar güzel olacak bir film diyelim.