Belki de sahaf sahanlığından bir nefes çıkıp evini-yurdunu bulmuş, ülkelere göre tasniflediğinden biribiri için tehdit olmaktan çıkmış kitaplarının gürültüsündendir her şey. Sadece bir süreliğine suspus kalabilmişler ve suçu rafların hammaddesine taşımak, ağacından bilmek meselesine götüreceklerdir bizi; Emin Alper’e.

Konya Ermenek’te geçen tek rakamlı yaşlar, söz konusu okuma eyleminde adeta emekçiyken kasabanın kütüphane müdürü gözde yaş bırakmayacak, sağanak günlerin habercisidir…kendisi ve bilinçsiz çocukluk işbirliğinden çıkan Kemalettin Tuğcu ile süreli ağlama seansları ancak takip eden baharda yerini Varlık Yayınları’na, klasiklere bırakacaktır, sonrası oda dolusu kitap, salon dolusu seyirci…Değil elbette.   15-20 salonda gösterime giren, sınırlı hafta vizyonda kalan iyi filmlere yuva olmak için pek hevesli değildir buralar. ‘Güzel nedenleme’nin çukuruna atmak için eline kırmızı bir karanfil al, görüş algına baş hizasında sıkı bir düğüm at, bundan sonraki kısım biraz karanlık. Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’ne sadece iki yıl devam edip sonrasında tekrar sınava girerek İktisat Bölümü’nü tamamlayan yönetmen, bu dönemi sinema-tiyatro kulübü mesaileri, senaryo denemeleri gibi çalışmalarla sinemayı yakınına alarak geçiririr…Bir alt dönemde okuyan ve üç yıl önce geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybeden kıymetli dostu, yönetmen Seyfi Teoman’ın kısa filmi Apartman(2004)’da yaptığı oyunculukla kamera önü dahil. 2005 yılına varır varmaz elinde bir kısa film olmasını şart edinen telaşla Mektup(2005) ve Rıfat(2006) olmak üzere iki kısa film yetiştirir otuz yaşına. Mezun olduğu üniversitede Modern Türkiye Tarihi üzerine yüksek lisans yapan yönetmen, doktorayla birlikte İTÜ’de devam edecek akademik bir mesleği sınırlarına alır, sinema refleksini zayıflatmaksızın. 2012 yılında, kendisiyle birlikte Seyfi Teoman ve Altyazı dergisinin kurucularından Enis Köstepen’in yapımcılığında, prodüksiyon maliyeti de hesaba katılarak tek mekan ve az karakterli bir hikayeye yönelirler, Tepenin Ardı’na… İlk filmini çekmek üzere çocukluk yazlarını geçirdiği Ermenek yaylasına çıkıp kendi sokağına yönelen bir yönetmen daha. Mülkiyet, düşman yaratma telaşı, yalandan şeylere sımsıkı sarılı-paranoyaya itilmiş maço erkek kalabalığı ve bunların içindeki tek kadın olgusu, dar kafalılık içinde beslenilen haklılık duygusu gibi meseleler zemininde, tek bir başlığa sıkıştırılmaması gereken zenginlikte bir anlatım gücüdür onunla birlikte ilk akla gelen. Hikaye tabanı aynı olmasına karşın her iki yapımı da, birbirinden biçimsel anlamda bağımsız, ayrı noktalarda varlık gösteren formdadır . Bu akraba konuları kolektif yakılmış mikro bir ateş etrafında, aile boyu bir tepede de toplar, hikaye çemberini şişmanlatıp, suçlu ataması gerçekleşmiş ekibi kadraja katarak mahalle içinde de. Film platosu seçimi, benzerlik taşımazken taşrada alabildiğine açık bir alan ya da büyük bir metrolpolün nüfus kağıdından kovulmuş, sıvası tamamlanmamış müstakil evleri paradoksal hiçbir boşluğa mahal vermez. Özetle tematik ortaklıklar dışında ışık, ses, kamera kullanımı gibi teknik kadro dominoları ve stilistik patinajlar sıfır korelasyonla yeni iş başındadır. Yaşam iştahının(!)genişlediği, bitki örtüsünün yavaşladığı Şahintepe’ye girerken kullanılan dar açılar ve yakın plan çekimler, ilk filmin savaş ilanı sayılabilecek final tırmanışında dahi refakat eden geniş açı çekimlere ve onun aydınlığına uzaktır. Görüntü yönetiminin stilize olmamasını destekleyen öncül sebepse, anlatıma nereden katılıyor olduğumuzla; içeriden veya dışarıdan seyirciyi nereye davet ettiğiyle ilgilidir…namludaki mermiyi oturduğumuz koltuktan mı, yoksa kahramanın zihninden mi sayacağımızı başarılı biçem değişiklikleriyle yönetir. Distopik, totaliter evrenin güneşiyle, bihaber olanınki aynı dönüş hareketiyle tutulacak değildir elbette. Ustalıkla oynanmış, deformasyonundan süslemeler yarattığı ses kullanımını yeğleyen sinemasında müzik, sadece finale yerleştirilen kapanış alanındadır…Volkan Akmehmet’in köylülerin yörüklere doğru ilan-ı endamını savunur marş da, Cevdet Erek’in davulla eşlik eden ayıltma terapisi de uğurlarken çıkagelir. Ayrıma elverişsiz ustalıkla filme katılan oyuncu ekibine gelirsek; Banu Fotocan’ın Faik Ağa figanı ve milim abartısız İç Anadolu ağzının sarmalayan etkisinden, Abluka’nın iki kardeşin ensesinde yürüttüğü sahiciliğine değin oyuncu seçim ve yönetimindeki hakkı teslim edilmelidir. Abluka’daki Kadir rolünü henüz ilk filmdeyken biçtiği Mehmet Özgür ve tiyatro performasından yakaladığı Berkay Ateş gibi mahir oyuncuları vardır yönetmenin. Son bir ortaklık için daha zihinde vakit varsa eklenmelidir ki; final sahneleri filmleri kadar tipiktir, anatomik olarak bulanık bıraktığı ve yardımcı olmayarak daha da hırçınlaştırdığı insanoğlunu iyi yönetemeyebilir(!) Açık uçlu bırakmayı sevdiği kapanış sonrası, ısınma ve ışıma isteğini erteleyip alegori şahikası filmlerini aralayalım. 2012 Türkiye-Yunanistan ortak yapımı ilk film Tepenin Ardı ile Ermenek Balkusan köyünün yaylasında, Tamer Levent, Reha Özcan, Mehmet Özgür, Berk Hakman ve Banu Fotocan oyunculuğunda toplanır. Köylülerin genişlettiği topraklar, yörüklerin daralan otlakları motifinde 3 hafta gibi kısa bir sürede çekilecek ve ilk uzun metraj tecrübesine kamil bir yerden seslenecektir. İçerideki meseleleri ortaya döküp çözümlemek yerine, tüm kabahatlerin açıkca(!) saklanması için dışarıdan düşman yaratmayı anlayış edinmiş ve bu anlayışla üç nesil büyütmüş bir erkek cemaatini nişan alır. Türkiye siyasetini abartısız bir dış gözle resmeden Tepenin Ardı’nda hedef şaşırtmak, filmin masum oyuncuları keçiler dışındaki herkesin birincil vazifesidir, ironik ismiyle Zafer(Berk Hakman) dahil. 6/7’si erkek kalabalığından oluşan bu ailenin şanslı suçlusu Yörükler iken , yıllar içinde öteki ve beriki için malzemede azalma, anlayışta yavaşlama olmaz. Bitkinlikten göz altı morarmış, bıkkın ve yaşlı düşmüş bir konunun ustalıkla perdeye taşındığı, 62. Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştiren film, oradan Caligari ve En İyi İlk Film Mansiyon Ödülü, 19.Palic Avrupa Film Festivali En İyi Film, 7. Asya Pasifik-En İyi Film ödülleriyle dönerken 31. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film(Altın Lale), En İyi Senaryo ve Fipresci ödülleri, 24. Ankara Uluslararası Film Festivali En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (Tamer Levent), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Banu Fotocan), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Mehmet Özgür), Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü, 45. SİYAD’da En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu( Mehmet Özgür),  3. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Senaryo ödülleri ile filmin erkek oyuncuları arasında paylaştırılan En İyi Erkek Oyuncu ödülü sınır içi tezehürat alanındadır. 6 Kasım’da vizyona giren Abluka, sinema dili ve hikayesel boyutuyla bize olduğu kadar gelişmekte olan(!) pek çok ülkeye de eş yakınlıkta, evrensel makamdan okunmaya elverişli; zamansız ve mekansız bir filmdir. Mehmet Özgür, Tülin Özen, Berkay Ateş ve Ozan Akbaba baş oyunculuğundaki film, düzenin kablosuz olarak komuta ettiği, zihin/insan oranı sıfırdan küçük tedbirler sahasında, hakikati dışarı al(dırıl)an iki kardeşin hikayesidir. Salgın bir alışverişin paranoya ve gerçeklik arasında hazırladığı tabağı, taze distopya eşliğinde sunar, Alper. Politik-Psikolojik Gerilim türündeki yapımın ön odasını, kimsenin algısında mesai yaratmayan bu iki adamın sıkıca sarıldığı vazife sevgisi(!), fonunu ise 90’lı yılların Gazi Mahallesi olaylarıyla; iki tonda doldurur. Sanat yönetmeni İsmail Durmaz’ın isabetiyle İstanbul’un bittiği yer Şahintepe mekan kılınmış, morfolojisi doğarken ölmüş(!) operasyon alanı ile ağızdan çıkan duman birlikteliği yönetmenin kış filmi çekmedeki ısrarını topluca haklı çıkarmıştır. On beş yıl öncesinde temeli atılan senaryoda, Fyodor Dostoyevski’nin Cinler’i, Thomas Mann’ın Tobias Mindernickel öyküsü ve Alper’in Hisarüstü Mahallesi’nde yaşadıkları esin olurken sinemasal gücündeki Roman Polanski tesirini yadsımaz. Açık uçlu bırakılmış, bulanık anlatımında ikna olmayan seyirci için yinelenmelidir ki, mesele dışı alanda bırakılan dağınıklık istemlidir, özetle zengin bir filmdir Abluka…Köpek doğasından alabileceği desteği insana devredip sonra o rol için biçtiği insan figüründen bir de itlafçı çıkaran mahalli idarelerin, Coni’nin tetikçisini tavlamasına engel olamayacağı gibi başkaldırıları içinde barındıran. Alfabetik hakimiyetten bağımsız, ahenkte teşekkür payı hallice, kısacık bir sıralamayla; Cevdet Erek ve Cenker Kökten’le iki aylık çalışma sonrası yerleştirilen tüm ses ve efektlerin yürüyüşü ne denli bütünlediğinin, Leyla ile Mecnun dizisinden Annemin Şarkısı filmine değin kendi deyişini daimi olarak ortaya koyan Sanat Yönetmeni İsmail Durmaz gücünün, görüntü yönetiminde ise Adam Jandrup ‘la şahlanan klostrofobik etkinin (film noir yaratmadaki uyumun) altı çizilmelidir. Ve giderayak, Kadir (Mehmet Özgür)’in muhafazakarlığına kabus olarak Ahmet Erhan girse Ölmek, yeni bir emre kadar yasaklanmıştır! diye sövse öfkeli öfkeli, barış kazansa fantezisinde noktalanır seyrim. Dünya prömiyerini yaptığı 72. Venedik Film Festivali ana yarışma bölümünde bağımsız eleştirmenler ödülü Premio Bisato D’oro, Arca CinemaGiovani ve Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen film, 22. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nden aldığı En İyi Film, En İyi Sanat Yönetmeni(İsmail Durmaz), En İyi Kurgu( Osman Bayraktaroğlu), Umut Veren Erkek Oyuncu (Berkay Ateş), 9. Asya Pasifik Film Ödülleri-Jüri Büyük Ödülü, ilki düzenlenen Edirne Uluslararası Film Festivali En iyi yönetmen, En iyi erkek oyuncu (Mehmet Özgür) gibi ödüllerle törenini devam etttirmekteyken, yönetmeni kadınlarla döşeyeceği, diğer filmleriyle tematik bağını koparmış yeni bir hikayeye gider, hepimiz dağılırız.

Didem PEKER BAŞARAN

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.