2013’te Joshua Michael Stern imzalı biyografik bir film izlemiştik: Jobs. Film, dünyaca ünlü Apple şirketinin kurucusu olan ve 2011’de kanserden hayatını kaybeden teknoloji ve endüstri dahisi Steve Jobs’un gençlik yıllarından başlayan hayat hikayesine odaklanıyordu. Jobs’ı ise Ashton Kutcher canlandırmıştı. Steve Jobs öyle bir isim ki, kısa ömrüne öyle bir yaşam sığdırdı ki, anlat anlat bitmez, bu ay bir başka biyografik film kendisini konu alıyor. Danny Boyle imzalı yapımın adı Steve Jobs. Bu kez ünlü ismi Michael Fassbender canlandıracak. Bu vesileyle hem bu filmlere hem de yakın zamanlı biyografik filmlere bir göz atalım dedik.

Steve Jobs: Üç bölümden oluştuğu ve çok diyaloglu, tiyatral bir yapıya sahip olduğu söylenen film yabancı basın tarafından adeta alkışlanmakta. Trainspotting ve Slumdog Millionaire gibi filmlerin usta yönetmeni Boyle’un nasıl bir biyografi ortaya çıkardığını biz de merak ediyoruz. Stern imzalı Jobs filmini izlemediğini söyleyen yönetmen, öte yandan David Fincher imzalı The Social Network’ü defalarca izleyip çok etkilendiğini, mutlaka ilham aldığını ama kopya çekmek de istemediğini, bu yüzden filmde kendi dilini oluşturduğunu söylüyor bir röportajda. Zira filmin bol diyaloglu senaryosu, The Social Network’ün de senaristi olan Aaron Sorkin. Başarılı yönetmen David Fincher da yakın zamanda bir Steve Jobs filmi çekmek istediğini söylemişti ama sonrası meçhul. Steve Jobs filminde Macintosh’un eski pazarlama müdürü Joanna Hoffman’ı güzel ve başarılı oyuncu Kate Winslet’ın canlandırdığını da ekleyelim. Senenin en çok beklenen filmlerinden birini izlemeye ben hazırım doğrusu! Tarih 11 Aralık 2015!

Jobs: Joshua Michael Stern imzalı biyografik film de Steve Jobs’ın hayatını konu alıyordu malum. Ne dünyada ne de Türkiye’de fazla iyi eleştiri almadı ne yazık ki. önce Jobs’ı canlandıran Ashton Kutcher ile söze başlayalım. Kimi yakıştırmadı, kimi cuk oturduğunu düşündü oyuncunun, henüz filmi izlemeden. Biyografik filmlerde elbette önemli bir şahsiyeti canlandıracak kişinin o şahsiyete benzemesi beklenir ve yönetmenden beklenecek hüner de onu gerek makyaj/saç gibi dış detaylarla o kişiye benzetmek, gerekse daha en baştan oyuncu seçiminde benzer hatlara sahip bir oyuncuyu bulmaktadır. Fakat bana soracak olursanız dış görünüşün benzemesi konusuna çok da fazla takılmamak lazım. O kişinin aurası, hali, tavrı, konuşma şekli, hareket ve kendine özgü tavırları oyuncu tarafından verilebiliyorsa, neden çok benzememiş diye hayıflanmam bir izleyici olarak. Örneğin uzun ince bacakları ve içe doğru basan, telaşlı, öne öne yürüyüşünü çok iyi canlandırmış Kutcher bana sorarsanız. Konuşma tarzını, bakışlarını, halini tavrını da çok iyi vermiş olduğunu düşünüyorum.  Jobs’ın gözlerindeki pırıltıyı, o zeka ve heyecan birleşimini Kutcher’ın gözlerinde de görebilmek mümkündü, rolüne çok iyi girebilmiş ünlü oyuncu. Filmin senaryosu ise Jobs’ın başarısına ve yaşadıklarına ait son yıllara değinmiyor ve adeta havada asılı bırakıyor bazı şeyleri. Matt Whiteley’nin senaryosu epey acemi olarak değerlendirildi çoğu izleyici ve sinemacı tarafından ki hak vermemek elde değil. Yine de izlenmesi ve belki de hem diğer Jobs filmleriyle, hem de genel biyografik filmlerle kıyaslanması gereken bir deneme.

The Theory of Everything: En iyi film dahil olmak üzere tam beş dalda Oscar adayı olan filmde ünlü fizikçi ve teorisyen Stephen Hawking’i canlandıran Eddie Redmayne en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmüştü. 2014 yapımı filmi , ‘Man on Wire’, ‘Project Nim’ gibi filmleriyle tanıdığımız James Marsh yönetmişti. Hawking’in ilk eşi Jane tarafından kaleme alınan Traveling to Infinity: My Life With Stephen kitabından uyarlanan film biraz da bu sebeple daha çok Stephen’ın Jane’li yılları’nı anlatıyor. Hawking’in başarıları ve çalışmaları ise biraz yan hikaye olarak kalmış diyebiliriz. Yine de görülmesi, izlenmesi gereken bir film, sonuçta çok önemli bir insanın hayatını düzgün anlatan, inişli çıkışlı, tempolu ve farklı bir bakış açısına sahip bir yönetmenlikle çekildiğini söyleyemeyeceğimiz, vasat bir yapımsa da izlenmeli, Redmayne’in performansı için bile şans verilmeyi hak ediyor.

Selma: Dr. Martin Luther King, Jr.’ın başlattığı yürüyüşün hikayesini konu alan filmin yönetmeni Ava DuVernay. Martin Luther King’i ise David Oyelowo canlandırıyor. Sanat yönetimi açısından oldukça başarılı olan film, Martin Luther King’i kişilik olarak epey törpülemiş olmasına rağmen bu tarihi hak ve özgürlük arayışı meselesini perdeye başarılı bir şekilde yansıtmış bir yapım. Oscar ve Altın Küre adaylıkları bulunan film o yıl Oscar’da en iyi orijinal film müziği ödülüne layık görülmüştü.

Saving Mr. Banks: “Mary Poppins”in yazarı P.L. Travers’a odaklanan film, aslında bu yönüyle aynı anda iki hikaye birden anlatarak bir yandan Travers’ın çocukluğunu, diğer yandan ünlü marka isim Walt Disney’in ünlü yazarı kandırarak pek çoklarına mal olmuş karakteri film edişini ele alıyor. John Lee Hancock imzalı filmin bu iki hikayeyi birbirine yedirebildiğini söyleyemeyeceğim. Adeta, sinematografik açıdan dahi, iki farklı filmi kurguda birleştirmişler gibi bir doku uyuşmazlığı var filmde. Bir Disney reklamı da diyebiliriz aslında filme fakat Travers rolünde Emma Thompson, Walt Disney rolünde Tom Hanks, Travers’in babası rolünde de Colin Farrell olunca, bu Hollywood yapımı film elbette renkli ve izlenebilir oluyor.

Lincoln: Ünlü yönetmen Steven Spielberg’in filmi, ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln’un son dönemlerini konu alan bir yapım. Senaryosunu Pulitzer Ödüllü tarihçi Doris Kearns Goodwin’in çok satan kitabından ödüllü senarist Tony Kushner’in uyarladığı yapımın baş rolünde Daniel Day-Lewis yer alıyor. Oyuncu bu performansıyla 2013 en iyi erkek oyuncu Oscar’ını aldı. Film ayrıca En İyi Yapım Tasarımı Akademi Ödülü’ne de layık oldu aynı yıl. Film klişe bir biyografiden çok daha fazlasını vadediyor

The King’s Speech: Tom Hooper’ın yönettiği Zoraki Kral, 2011 yılında 12 daldaki adaylıktan tam 4 ödülü akademi üyelerinden almayı başardı. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu ve en iyi orijinal senaryo dallarında ödülleri toplayan Zoraki Kral bu sayede yılın en başarılı filmi olarak seçildi. Kral 6. George’un gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan bu filmde, 1930’lu yıllarda apar topar tahta çıkmak zorunda kalan kekeme bir İngiliz Dükü’nün ve onun hem Kral olabileceğine hem de kekemeliğini yenebileceğine olan inancını güçlendirmek için elinden geleni yapan dost bir terapistin yaşadıkları anlatılıyor aslında özünde. Film ağır ve ciddi yapısına rağmen, belirli bir mizah anlayışına sahip. Gene öğrendiğimiz bilgilere göre, terapist rolündeki başarılı oyuncu Geoffrey Rush ile Kral 6. George rolündeki Colin Firth arasında geçen mizahi diyaloglar, terapist Logue’un günlüklerinde yer alan gerçek diyaloglar.  Özellikle oyunculuk performansları, dramatik/gerilimli anları ve zeki esprileri için kaçırılmaması gereken bir yapım.

My Week with Marilyn: 1956 yılında genç bir delikanlı olan Colin Clark (Eddie Redmayne), okulu bırakıp sinema sektörüne girer ve kendisini bir film setinde, en alt kademedeki asistanlardan biri olarak bulur. Film Marilyn Monroe’nun bir haftasını mercek altına alıyor. Tüm olayı ise onun yerine Colin Clark aktarıyor. Monroe’nun dengesiz kişiliğine ilişkin ayrıntılar yalnızca film setinde yaşadıklarıyla sınırlı kalıyor. Colin Clark’ın bakış açısı, Marilyn Monroe’nun o yüzeysel mutluluğunu ve kişisel problemlerini anlayabilmemiz konusunda biraz yetersiz doğrusu. Monroe’nun hayatından kısacık bir dönemin anlatılması bir Marilyn Monroe biyografisi olarak yetersiz bir durum ama filme kayıtsız da kalamayız. Film, görüntü ve sanat yönetimiyle sınıfı geçiyor ama ilk sinema filmini çeken Simon Curtis ve yazar Adrian Hodges senaryo ve yönetmenlik adına bize çok da fazla bir şey vadedemiyorlar. Film yine de 2011’de 3 dalda Altın Küre, 2 dalda Oscar adaylığına sahipken Altın Küre’de Michelle Williams en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı.

Hitchcock: Sacha Gervasi yönetmenliğindeki film Dünya sinema tarihine adını ölümsüz harflerle kazımış olan sinemacı Alfred Hitchcock’un sıradışı filmi Sapık (Psycho)’ın çekim sürecinde Hitchcock ve eşi Alma’nın aşklarına odaklanıyor. Stephen Rebello’nun yazdığı “Alfred Hitchcock and the Making of Psycho” adlı kitaptan yola çıkılarak yapılmış filmde Hitchcock’u Anthony Hopkins canlandırırken karısı Alma rolünü ise Helen Mirren üstleniyor. Oscar’dan eli boş dönse de harika bir film!

MELİS ZARARSIZ

 

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.