“Her insanın içinde kötülük vardır, önemli olan bu kötülüğü ortaya çıkaran bir durumun var olmasıdır”. Alfred Hitchcock
İnsanlık tarihinin bir hayli kabarık utanç defterinde önemli bir yer kaplayan II. Dünya Savaşı’nın başrolünde Nazi Almanyası vardır. Ancak hemen hemen aynı tarihlerde, kötülükte hiç de onlardan aşağı kalmayan Japon İmparatorluğu’nun Asya kıtasında gerçekleştirdiği korkunç katliamlar, nedense bir parça gölgede kalır.
Japon İmparatorluğu’nun onlarca yıldır devam eden emperyalist politikası, Asya kıtasında genişlemeyi ve ana kıtadaki doğal kaynaklar ile insan gücü ve tarımsal ürünler gibi ekonomik kaynakları sömürmeyi hedefliyordu. 1931 yılında Çin’in Mançurya bölgesini işgal eden Japonlar, çeşitli siyasi manevralarla bölgeye yerleşir. Ama asıl büyük savaş, 1937 yılında Japonların Şangay’a saldırmasıyla başlar. Zorlu bir savaştan sonra Şangay’ı ele geçiren Japonlar, Çin’in o zamanki başkenti Nanking’e doğru harekete geçer ve aynı yılın son aylarında şehri ele geçirir. Ağustos 1945’te Hiroshima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının ardından müttefik kuvvetlerine koşulsuz teslim olan Japon İmparatorluğu, o tarihe kadar genişlemeyi sürdürdüğü Asya kıtasından da geri çekilmek zorunda kalır.
1937-1945 yılları arasında geniş Çin topraklarının büyük bir kısmını işgal eden Japon İmparatorluğu, akla hayale sığmayacak korkunçlukta katliamlardan ve kurduğu gizli laboratuarlarda uyguladığı insanlık dışı deneylerden sorumlu tutulur. İmparatorluk askerlerinin ele geçirdikleri Nanking’de uyguladıkları sistematik cinayetler, tarihe Nanking Katliamı olarak geçer. (Bu arada bütün dünyanın Nanking Katliamı olarak andığı cinayetler, olayın müsebbibi Japonya tarafından hala Nanking Olayları olarak anılmaktadır, tanıdık geldi mi?) Kimi kaynaklara göre 40.000, kimi kaynaklara göre 300.000 Çinli sivil sistemli bir şekilde öldürülür. Mançurya’nın Pingfang bölgesindeki Harbin şehrinde kurulan Unit 731 isimli araştırma merkezindeki gizli laboratuvarlarda ise biyolojik savaş hazırlıkları yapan Japon İmparatorluğu, Çinli, Koreli ve Ruslardan oluşan yerel halkı denek olarak kullanır. Sadece Unit 731’daki deneylerde kimi kaynaklara göre 3.000, kimi kaynaklara göre 250.000 kadın, erkek ve çocuklardan oluşan sivil hayatını kaybeder ki bölgede konuşlanan başka araştırma merkezlerinin varlığından da bahsedilir.
Çin topraklarında gerçekleşen bu acı olaylar, doğal olarak sinemaya da yansımıştır. Hem Nanking Katliamı, hem de Unit 731 hakkında az sayıda da olsa filmler yapılmıştır. Bu yazıda her iki acı olaya da değinen 4 filmlik Men Behind the Sun serisinden bahsedeceğim.
Men Behind the Sun (1988)
Tun Fei Mou’nun yönetmenliğini üstlendiği Men Behind the Sun, günümüz Çin ve Japonya devletleri arasındaki dostluğa vurgu yapan “Dostluk dostluktur, tarih tarihtir.” özlü sözü ile açılır. Hemen akabinde Unit 731’dan geriye kalanların arşiv görüntüleri eşliğinde araştırma merkezinin tarihi özetini verir: “II. Dünya Savaşı öncesi Japon İmparatorluğu kuzeydoğu Çin’i işgal eder ve bölgede Manchukuo isimli kukla devleti kurar. Büyük Doğu Asya İmparatorluğu hayallerini gerçekleştirmek için bölgede birçok hazırlık yapan Japon İmparatorluğu, bakteriyel silahlar üretmek için araştırma merkezleri kurar. Birçok alt bölümleri bulunan Unit 731’ın ana merkezi, Harbin’in yerleşim merkezindeki geniş bir arazi üzerine kurulmuştur. Yüksek gerilimli çitlerle korunan araştırma merkezinde hayvan çiftliği, krematoryum, hapishane, patoloji laboratuarı, elektrik santrali, komuta merkezi ve diğer deneyler için laboratuarlar gibi birçok bölüm vardır. Şubat 1945’e gelindiğinde Japon kuvvetleri savaş alanında ağır yenilgiler almaktadır. Biyolojik savaş kartını oynamadan savaşı kazanamayacağını anlayan Japon İmparatorluğu, bakteriyel deneylere ağırlık verir.”
Uzun açılış bölümünün ardından ilk defa yurtdışına çıkmış çocuk yaştaki bir grup Japon askerin peşine takılırız. Savaşta ağır kayıplar veren Japon Ordusu, yaşı küçük erkekleri de askere almaya başlamıştır. Unit 731’a atanan çocuk askerler yeni görev yerlerine gelir. Bir yandan gurbet acısına ve daha da kötüsü savaşa alışmaya çalışan çocuklar, bir yandan da dünya savaşlar tarihinin, çok fazla göz önünde bulunmayan en vahşi yöntemlerinden birçoğuna tanık olurlar.
Men Behind the Sun, olan biteni Unit 731’a atanan çocuk askerlerin gözünden anlatmayı tercih ediyor. Bu sayede etkileyiciliğini arttırmak istiyor ve bunda da başarılı oluyor ama ne yalan söyleyeyim, araştırma merkezinde olan bitenler o kadar çarpıcı ki böyle ekstra bir detaya çok da fazla ihtiyacı yok. Hapishanelerde bulunan Çinli, Koreli ve Rus esirlere uygulanan deneylerin bütün çıplaklığıyla gösterildiği sahneleri izleyebilmek çok kolay değil. İnsan kaç derecede donar, kaç derecede yanar, donmuş uzuvlar sıcağa veya darbeye karşı nasıl reaksiyon gösterir, hangi bakteriler maksimum hızla yayılarak büyük bir salgına neden olur gibi sorulara cevap arayan Japon bilim insanları(!), bizzat esirleri denek olarak kullanarak somut cevaplara ulaşıyorlar. Kimi zaman belgesel bir anlatım formuna yaklaşan film, özellikle şiddet içeren deney sekanslarında, kurgu kimliğinden sıyrılıp gerçek hayat kimliğine büründüğünden, izlemesi daha da zor bir hal alıyor. Bir insanın bir başka insana deney yaftası altında böylesine acımasız işkenceler yapabileceğine inanmak ve hatta bunun varlığını kabul etmek bile çok güç. Ama çok fazla geriye gitmeden sadece etrafımıza bakarak bile insanlık dışı olarak tanımlanan davranışların aslında tam da insanı tanımlayan özelliklerden biri olduğunu fark etmek ne yazık ki çok zor değil.
Men Behind the Sun, bir yandan tarihî bir gerçekliği beyazperdeye yansıtırken, bir yandan da aşırı şiddet içeren sekanslarıyla istismar sinemasına göz kırpıyor. İşkencenin kelime anlamını zorlayan deney sekansları nedeniyle aynı Cannibal Holocaust (1980) gibi sert bir şekilde eleştirilmekten kurtulamayan film, bu eleştirilerin gölgesinde kalır ve asıl perdeye yansıtmaya çalıştığı tarihî gerçeklik ile değil, onu sunuş biçimiyle anılır olur. Her ne kadar yönetmen Tun Fei Mou, araştırma merkezinde yaşanan zalimlikleri bütün çıplaklığıyla tasvir etmeye çalıştığını söylese de istismar sinemasının sınırlarını fazlasıyla ihlal ettiğinden eleştirmenlerin gözünde değersizleşir. Birçok ülkede yasaklanan filmin, otopsi sekansında küçük bir çocuğun gerçek cesedini kullandığı iddia edilir. Ayrıca bir kedinin aç bırakılmış farelerin arasına atılarak gerçekten öldürüldüğü iddiası da tartışma konusu olur. Tun Fei Mou, ailesinin onayını alarak gerçek bir ceset kullandığını kabul eder ancak bahsi geçen sekansta kedinin öldürülmediğini savunur. Bu arada Men Behind the Sun, Hong Kong’da Cat III (18 yaşından küçükler izleyemez) olarak sınıflandırılan ilk filmdir. (Cat III kategorisine giren daha eski tarihli filmler 1988’den sonra geriye dönük olarak sınıflandırılmıştır.)
Tun Fei Mou’nun izlemesi hiç de kolay olmayan tartışmalı Men Behind the Sun’ı, kim ne derse desin, bugüne kadar çekilmiş en güçlü savaş karşıtı filmlerden biridir. İzlemeye gücü yeten herkese tavsiye ederim. Bu tecrübeyi sağ salim atlatanlara da aynı konuyu işleyen 2008 yılı mahsulü, Rusya yapımı Philosophy of a Knife’ı es geçmemelerini öneririm.
Men Behind the Sun 2: Laboratory of the Devil (1992)
Godfrey Ho, Uzakdoğu Sineması ile samimiyetini arttırmış sinemaseverlere yabancı gelmeyecek bir isimdir. Kimilerince Hong Kong’un Ed Wood’u olarak da anılan çılgın sinemacı, kötü film sevenlere baş tacı edecekleri bir dolu kült film armağan etmiştir.
Tun Fei Mou’nun tartışmalara neden olan Men Behind the Sun’ının gayriresmî devam filmi Laboratory of the Devil’in yönetmenlik koltuğu Godfrey Ho’ya emanet edilir. Aslında Laboratory of the Devil için devam filmi demek pek doğru değildir. Daha çok bir yeniden yapım (remake) gibidir. İlk filmin grafik şiddet içeren sekansları başta olmak üzere birçok sekansı birebir aynı çeken Ho, çocuk askerler detayını dışarıda bırakıp onun yerine umutsuz bir aşk hikâyesi yerleştirerek aynı konuyu bir kez daha anlatır. İlk filmin kötü şöhretinden faydalanarak gişe yapmayı planladığı apaçık ortadadır. Niyet bozuk olunca ortaya anlamsız bir devam filmi çıkar. Ana konuya sonradan eklenen aşk hikâyesi, çocuk askerler detayı gibi işlevsel olmadığından çok fazla sırıtır ve bir bütünlük sağlayamadığı için fazlasıyla yapay kalır. Özel efektler açısından da ilk filmin çok gerisinde kalan Laboratory of the Devil, buna rağmen selefiyle aynı kaderi paylaşarak birçok ülkede yasaklanır. Yasaklamalar sadece filmin kötü şöhretinin daha da artmasına hizmet eder ve yapımcılar hedefledikleri ticari başarıya ulaşmakta zorlanmazlar.
Velhasıl Men Behind the Sun’ı izledikten sonra Laboratory of the Devil’i izlemek vakit kaybından başka bir şey değildir. (Ya da benim gibi kafayı her seriyi tamamlamaya takanlar için bir mecburiyettir de denebilir.)
Men Behind the Sun 3: Narrow Escape (1994)
Serinin üçüncü filminin yönetmenliğini de Godfrey Ho üstleniyor. Olay akışı açısından ikinci filmin kaldığı yerden başlayan Narrow Escape, savaş kaybedildikten sonra Unit 731’ı yerle bir ederek bütün delilleri yok eden ve önce Mançurya’ya akabinde de Japonya’ya kaçmaya çalışan araştırma merkezinde görevli askerlerin kaçış macerasına odaklanıyor.
Bir Ho klasiği olarak ikinci filmden bolca görüntünün kullanıldığı film, yavan bir kaçış öyküsü anlatıyor. Hapishanelerdeki sivil esirleri katlettikten sonra araştırma merkezini yerle bir eden askerler, bir trenin vagonlarına sığışarak kaçmaya başlar. Fakat yolculukları hiç de kolay olmayacaktır. Gittikçe yaklaşan düşman askerlerinin yanı sıra silahlanan sivillerin saldırıları da işlerini zorlaştırır.
Serinin en zayıf halkası olan Narrow Escape, grafik şiddet açısından da renksiz bir tablo çiziyor. İkinci filmdeki bütün ‘gore’ sekansları aynen kopyalayıp buraya yapıştırarak Cat III sınıflandırmasını cebine koyan film, Men Behind the Sun markasını nakde çevirmekten başka bir kaygı taşımıyor. Genellikle vagon içinde çekilen ve sıkıcı diyalogların egemen olduğu sahnelerin yanına mantık sınırlarını zorlayan, basit ve ucuz silahlı çarpışma sekansları eklenmesinden ibaret olan Narrow Escape, tam bir final bile yapamadan, yarım kalmış hissi uyandırarak sona eriyor.
Men Behind the Sun 4: The Nanking Massacre (1995)
İlk filmin yönetmeni Tun Fei Mou’nun tekrar direksiyon başına geçtiği The Nanking Massacre, aslında ilk filmin resmî devam filmi olmasına rağmen Ho’nun araya giren iki filmi nedeniyle Men Behind the Sun 4 olarak gösterime girer.
Yazının başında kabaca bahsettiğim Nanking Katliamı hakkındaki film, arşiv görüntüleri eşliğinde katliam öncesindeki tarihî gelişmelerin özetini vererek giriş yapar: “Japon İmparatoru Hirohito, 4 Eylül 1937’de Büyük Doğu Asya Savaşı’nın yönetimi hakkında bir imparatorluk talimatı yayınladı. Talimat, Japon ordusunun uluslararası antlaşmalarla belirlenen savaş kurallarına bağlılığından bahsetmekten kasten kaçınıyordu. Bu durum Nanking Katliamı’nda yaşanacak olan vahşete zemin hazırladı. 7 Temmuz 1937’de Lugou Köprüsü olayını bahane eden Japonlar, Çin’e savaş açtı. Japon İmparatorluğu Çin’i üç ayda yok edeceğini iddia ediyordu. 13 Ağustos 1937’de Japon birlikleri Şangay’a saldırdı. Kasım 1937’de Şangay, Soochow ve Soongjiang şehirleri düştü. Japon birlikleri üç ayrı yönden başkent Nanking’e saldırıya geçti. Aralık başında başlayan kuşatma sonrasında Nanking, 13 Aralık’ta Japonların eline geçti.”
Japonların Nanking’i ele geçirmesinin hemen ardından başlayan The Nanking Massacre, aynı ilk film gibi belgesel kostümüne büründüğünden kurgusal filmlerin o alışılageldik olay örgüsünden uzak duruyor. Bu sayede, gene aynı ilk filmde olduğu gibi, çarpıcılığının etki alanını genişletmeye çalışıyor ki bu konuda hakkını teslim etmek lazım.
Şehri ele geçiren Japonlar, sistemli bir yıkım harekâtına girişir. Evler yakılıp yıkılır, siviller öldürülür, kadınlar tecavüze uğrar. Uluslararası baskılar sonucu bir güvenlik kampı kurulmasına izin veren Japonlar, sağ kalan Çinlilerin burada barınmasına izin verir. Alman işadamı John Rabe ve Amerikalı misyoner Minnie Vautrin gibi Batılılar kampın güvenliği için uğraşsalar da silahlı Japon askerlerine çoğu zaman engel olamazlar. Ailesini kaybeden iki küçük çocuk ve Budist tapınağındaki keşişler gibi yan öykülerle beslenen The Nanking Massacre, Japonların Nanking şehrinde gerçekleştirdiği vahşet ve zulmü bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermeye soyunuyor. Ancak aynı ilk filmde olduğu gibi istismar sinemasının sınırları içerisine girmekten imtina etmeyen Tun Fei Mou, eleştirmenler tarafından gene sert bir şekilde eleştirilir ve The Nanking Massacre da bu eleştirilerin gölgesinde kalarak asıl perdeye yansıtmaya çalıştığı tarihî gerçeklik ile değil, onu sunuş biçimiyle anılır.
Tun Fei Mou’nun aynı Men Behind the Sun gibi izlemesi hiç kolay olmayan The Nanking Massacre’ı, en az ilk film kadar güçlü savaş karşıtı filmlerden bir diğeridir. İzlemeye gücü yeten herkese tavsiye ederim.
Nanking Katliamı ve Unit 731 hakkında yapılmış az sayıdaki filmlerden Men Behind the Sun serisi, insanlık tarihinin utanç verici olaylarından ikisine ışık tutmasının yanında bize, insanoğlunun gerekli şartlar oluştuğunda yapacağı kötülüklerde sınır tanımayacağını bir kez daha hatırlatıyor. Aşırı sert şiddet sekansları nedeniyle haklı olarak kötü bir şöhret edinen seri, yeterince ciddiye alınmadığından pek fazla bilinmiyor. Hâlbuki bahsettiği konular fazlasıyla ciddi ve herkesin böylesi katliamlardan ve zulümlerden haberdar olması lazım. Sadece istismar sineması çevrelerinde kabul gören serinin, grafik şiddet kullanımındaki aşırılıktan öte dikkat çekememesinin günahını kime yüklemek gerek bilemiyorum.
Murat Kızılca