Efendim, kaç zamandır üstüne yazıyorum, tane tane anlatıyorum, bizim memleketin biricik meselesi, sinema, şu, bu, o değil, samimiyettir diye… Elbette, pes etmedim, baştan söyleyeyim, çözüm getirmek gibi derdim yok, buna gerek de yok. Lakin mevzu önemli, yasak fitilini ateşlemek, zaten kısıtlı olan özgürlüklerin, tamamen tutuşması demektir. Cayır cayır yanan sinemanın ruhu olacak, geriye is, geriye küller, geriye kocaman bir enkaz kalacak. Hah! Samimiyetle, yasakların ve sinemanın alakasını kuramadım diyeceksiniz, o vakit gündelik hayatta, insanların oynadıklarından, rol yaptıklarından bihabersiniz, bırakalım oyuncular oynasın, sahnede, sette. Ama nerede? Tabu bellenen hemen her şeyde, insanlar, toplumun baskısından sakınarak, hiç olmadıkları insanlara can veriyorlar, oysa toplum, bireylerden oluşuyor, bireyler rol yapıyorsa, toplum yapmıyor mu, haliyle yapıyor, çok güzel oynuyor, oynanıyor. Açıklık başka şey, gizlilik bambaşka şey oluyor, misal bir filmde küfürler havada uçuşuyor, yönetmene sorulan ilk soru, niye bu kadar çok sövgü var. Elinin körü var.
Buna dair komik bir anım var, işte bir festivalde, bir film seyrettik, sonra soru-cevap faslına geçildi. Küfrün çocuklara kötü örnek olduğunu söyleyen ve filminizi salt bu yüzden beğenmedim diyen bir adamla, çıkışta karşılaştık. Eleman, açtı telefonu, telefonun diğer ucundakine saydırdı, işte 40 kez aramışsın, sinemadaydım diye başladı ve küfürleri ardı ardına sıraladı. Yanımızda da çocuklu aileler vardı, arkadaşım, az önce şov mu yapıyordun, kibarlık budalası gibiydin, külhanbeyi mertebesine ne çabuk geçtin, yani hikâye bunlar, hep hikâye…
Peki, bunu yazma sebebim ne, anlatayım efendim, geçen gün sinemanın haylaz yönetmenlerinden Gaspar Noe’nin Aşk (Love) adlı filmini seyrettim. Film, seks ile başladı, seks ile bitti, arada iki sohbet, üç tartışma, bir kavga, hop yine seks. Öyle erotik kafasında, estetik tafrasında da değil, bildiğin sanatsal porno, hatta hard porno. Bu film, Türkiye’de gösterilse (yalan o, yok öyle bir lüksümüz), yönetmene kalkıp, neden seks diye mi soracaksınız. Ee adam kendini öyle ifade ediyor, hayatta ne varsa, sinemada da olsun, seks, tabu olmasın, aşın bunları diyor. İzlemek sana kalmış, izlememek de, lakin sen başkaları da seyretmesin dersen, işte o özgürlüklerin ihlali, yasakların başlangıç noktası oluyor. Demek istediğim şey şu, küfre bile karşı olanlar, seks mevzusunda ne diyecekler, özetle; biz neredeyiz, onlar nerede, işte öyle. Samimiyetsizlik bunun neresinde diyeceksiniz, o vakit şöyle açıklayayım, porno sitelerini geçtim, sosyal medya ve iletişim aparatlarında, Periscope, WhatsApp, Facebook, Twitter, Ekşi Sözlük, vesaire vesaire, cinselliğin yükselişi, gaz kesmeden yükseliyor, yani seks her yerde… Kimi kendine nick, lakap buluyor, kimi kendi adıyla sanıyla gizli gizli takılıyor, Rus kızların fotoğraflarının altına, düşmanın güzelse, teslim bile olunur diye yazan delikanlının sayfasına bakıyorsun, ayet paylaşıyor, hayırlı Cumalar diyor, işte samimiyet burada yatıyor. Şimdi insanlar ne yaparsa yapsın, sana ne de diyebilirsiniz, karşı değilim ki, elbette istedikleri gibi yaşasınlar, ancak başkalarının ne seyredeceğine, nasıl giyineceğine falan filan karışmasınlar, meramım budur.
Klişenin dibi olan sanat, sanat için midir, yoksa sanat, halk için midir tartışmasına bile hasret kaldığımız bugünlerde, sanat da neymiş diyenlerin sayısı giderek çoğalıyor. Ve estetik kaygıyı geçtim, üretime saygı bile kalmadı, mübarek gişe, paralı festival veya destekçi bakanlık sevdalısı bunca vasat filmin, benzer ve kopya işin bolluğunda… Çünkü yaratmaktan muaf olanlar, kötü bir şaka gibi egolarını ön plana çıkarmaya çalışıyor, bir filmi, film eden ekip ruhunun da çanına ot tıkanıyor. Eleştirilemez olduğunu düşünüyor eleman, ben yaptım oldu, çok güzel oldu kafasını yaşıyor, aynen devam edin, haklısınız, daha dibi yok bu işin.
Artık pornoya, pardon sanat pornosuna, yine yanlış oldu, yoğun seks içerikli sanat sinemasına geçebiliriz. Seul contre tous (1998) ile Arjantin doğumlu Gaspar Noe, hey seyirci, ben geldim, seni rahatsız etmeye, ezberinden silkelemeye dedi resmen… Gaspar’ın meşhur Dönüş Yok (Irréversible – 2002) filmini, sinemada seyretmiştim, yeraltı geçidindeki, rahatsız edici ve irkiltici tecavüz sahnesinde, salonun neredeyse yarısı boşalmıştı. Ne kadar kaçarsak kaçalım, dünyanın böylesi kötü, karanlık ve acımasız gerçeği vardı, sırtımızı da dönsek, umursamasak da vardı, yönetmen, bunu gözümüze sokmak istemişti. Tam yedi yıl sonra Enter the Void ile yine seyircinin aklını almayı denedi Gaspar Noe, kimi seyirci şaşırdı, kimi izleyici, bu ne şimdi dedi. Ben, sert, çarpıcı, akılda kalıcı, karışık ve marjinal filmler çekeceğim gibi bir açıklama yapmadı belki, ancak şu, su götürmez bir gerçekti; hazmı çok kolay işlere girmeyi, her nabza göre şerbet vermeyi reddediyordu. Ardından yine videolar, klipler, kısalar, ortak projeler yönetti ve altı sene daha geçti, yeni uzun metrajı Love’a kadar…
Love, Michael Winterbottom’un, 9 Şarkı (9 Songs-2004) filmi gibi, 9 Şarkı’da, seksin arasına konserler sıkıştırılmıştı, Aşk ise, seks, öykü, seks, öykü şeklinde ilerliyor. Gaspar’ın en rahat seyredilecek filmi diyebiliriz, niye çekmiş, ne gereği vardı derseniz, haklısınız, konulu porno seyretmek için sinemaya gitmeye gerek yoktu, internet bununla kaynıyor. Ünlü abimiz Tinto Brass bile çok masum, çok erotik kalır, Love’un yanında… Love, Cannes Film Festivali’nde ilk kez gösterildi, sonra festival festival gezdi, birçok ülkede gösterime girdi ve girecek. Peki, ya Türkiye’de? !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Lars von Trier tarafından kısaltılmış versiyonuyla gösterilen Nemfomanyak – İtiraf’ın (Nymphomaniac), iki bölüm halinde vizyona girmesi yasaklanmıştı. Yaş sınırını da dinlememiş idi üst kurul, yani 90 yaşında da olsan seyredemezsin kardeşim demişti. Hal böyleyken, Nemfomanyak’ın yanında hayli mazbut kaldığı Aşk, nasıl gösterim şansı yakalasın? Direkt, malum ortama dadanacak sinemaseverler, internet, sağ olsun, var olsun. Lars Von Trier demişken, onun İdiot (Idioterne – 1998) filmini es geçmeyelim, hatta pornonun estetik arayışı diye not düşelim.
Dünyanın en meşhur porno aktörü Rocco Siffredi bile sanat için soyundu, biz hala neyin peşindeyiz, şakası bir yana, Rocco, Fransız kadın yönetmen Catherine Breillat’ın, Romance (1999) ve Anatomie de l’enfer (2004) adlı filmlerinde, boy gösterdi, işte bu espri değil! Peki, sanatı, pornoyu geçtim, kült mertebesi muamelesi gören, sapkın yapıt, Srpski Film’i (2005) nereye koyacaksınız, istismar sineması diye bir şeyin varlığından haberdar değilseniz şayet, evet, snuff, yamyam filmleri ve dahası, sinemanın bir de karanlık yüzü vardır, üstelik alıcısı da, pardon izleyicisi de çoktur.
Hah! Bu dediklerin, ödül mödül kazanamaz derseniz, yanılırsınız, festivallerden 44 ödül kapmış ünlü Meksikalı Yönetmen Carlos Reygadas’ı da mı hiç duymadınız, 2005’te çektiği Batalla en el cielo’yu seyredin o vakit, bir güzel genç kızla, yaşlı, şişman ve çirkin adamın, yani uyumsuzların seks sahnelerini görün (Bu suça teşvik gibi oldu).
Kids (1995), Çarpışma (Crash -1996), Pola X (1999), Mahremiyet (Intimacy – 2001), Pornografi (Le pornographe – 2001), Ken Park (2002), Shortbus (2006) derken, say say bitmeyecek, ki bunlar, yakın tarih sayılır, sinemanın aykırı çocuğu Pasolini’nin, Salo ya da Sodom’un 120 Günü’ne veya daha da öncesine de gidebiliriz. Maksadımız, seks içerikli filmler listesi yapmak değil, böyle bir gerçeğin varlığından rahatsız olanların, küfre, alkole, sigaraya, işte aklınıza ne gelirse, onları yasaklama tavrına, tepki koymak, o kadar. Neden mi? Aptal kutusu televizyona dönüşmesin diye güzelim beyazperde… Sansürlenen, yasaklanan, buzlanan veya artık senaristlerin ve yönetmenlerin kullanmaktan çekindiği ve daha da kötüsü akıllarına bile gelmediği TV işi şeylerin, zamanla salonlara sıçramasına, sinemanın ruhundan olmasına, adeta kupkuru kalmasına, tektipleşmesine ve dar alanda kısa paslaşmalar yapmasına sebebiyet vermesine itiraz etmek gerek, yanlış mı düşünüyorum?
Yeşilçam’ın sanattan muaf, hatta komik olmaya çalışırken güldürmeyi bile beceremeyen, tuhaf erotik sineması dışında, bizde pek örneği yoktur, beyazperdedeki seks sanatının… Cinsel içerik taşıyan filmlerimiz vardır elbette, az da olsalar, işte Mum Kokulu Kadınlar, Berlin in Berlin, Atıf Yılmaz’ın bazı filmleri, Müjde Ar ve Nur Sürer’in cesur oyunculukları ve benzerleri… Evet, sinema, Yıldız Savaşları serisindeki gibi, iki yönlüdür, gücün aydınlık tarafı olduğu kadar, karanlık tarafı da vardır, bu bir dengedir, bozmak olmaz.