Geçen ay Filmekimi’nde birbirinden güzel filmler izlendi her sene olduğu gibi. Ülkemizde vizyona girmemiş ve bazıları belki de hiç girmeyecek olan filmler. Bu kapsamda Filmekimi’nin tercihlerini genelde beğenmişimdir. Bu seneki seçkilerinde dikkat çeken birçok filmin arasından Carol ve Freeheld eşcinsellik temasını işleyen farklı yapımlardı. O iki filme bakarken benzer konuları işleyen yakın tarihli başka filmleri de şöyle bir hatırlayalım…

Carol: Ocak sonu ülkemizde vizyona girmesi planlanan Carol, Velvet Goldmine (1998), Far From Heaven (2002), I’m Not There (2007) gibi şahsen çok sevdiğim, gerçekten özel filmlerin yönetmeni Todd Haynes’in son filmi. I’m Not There 2007 Venedik Film Festivali’nde  Cate Blanchett’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırmıştı. Todd Haynes, Julianne Moore ve Cate Blanchett gibi iki güzel ve başarılı kadın aktrisle sürekli çalışıyor olmaktan pek memnun ve bu güzel kadınların oyunculuk performanslarını daha da yukarı çıkartmakta da çok usta.Carol’da da başrolde Cate Blanchett var. Ona bir başka güzel kadın oyuncu Rooney Mara eşlik ediyor. 30 yaşındaki oyuncuyu da Ejderha Dövmeli Kız’da tanımış, Her’de sevmiştik. Bir çok roman ve öyküsünün film adaptasyonlarına rastlayabileceğimiz meşhur Amerikalı biseksüel yazar Patricia Highsmith’in The Price of Salt (1952) adlı romanından uyarlanmış olan Carol enteresan bir hikayeye sahip. Hikaye 1950’ler Amerikasında geçiyor. Blanchett’ın canlandırdığı Carol karakteri, 50’lerinde  sosyetenin tanınmış zenginlerinden. Mara’nın canlandırdığı Therese ise kimliğini arayan genç bir kadın. Bu iki birbirinden farklı kadının yolları kesişir ve birbirlerinden etkilenirler.  Carol, Therese’yi hiç bilmediği coğrafyalara doğru spontane bir araba yolculuğuna davet eder.  Filmde Amerikal kültürü de özellikle resmedilmekte. 17 Mayıs 2015’te Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini gerçekleştiren Carol ile Rooney Mara, ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülüne layık görülmüş; yönetmen Todd Haynes’a ise ‘Queer Palm’ ödülü verilmişti. Rooney Mara, Oscar ödüllerinde ‘Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü de kapabilir. Phyllis Nagy ise romanı bilenlerin söylediklerine göre, neredeyse romandan daha iyi bir senaryo yazmış, bu muhteşem filmi kaçırmamalı!

Freeheld: Aralık’ta vizyona girecek olan filmin adı, Türkçe’ye Aşka Özgürlük olarak çevrildi. Peter Sollett imzalı filmde yakın zamanda lezbiyen olduğunu açıklamış olan Ellen Page ve Julianne Moore başrollerde. Film gerçek bir yaşam öyküsünü konu almış. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan Lurel Hester hastalığının boyutunu öğrenince öldükten sonra gelirinin sevgilisi Stacie Andree’ye verilmesi için büyük bir mücadele verir. Etkileyici bir gerçek yaşam öyküsü ve gay’lere karşı olan ayrımcılığa karşı inanılmaz bir adalet savaşı olmasına rağmen yabancı basın ikilinin kimyalarının uymadığını ve filmin hikayesi kadar etkileyici olmadığını yazıp çizdi. 2007’de aynı konu ve aynı isimle bir belgesel de çekilmiş. Yine yakın zamanlarda biseksüel olduğunu açıklamış olan genç şarkıcı Miley Cyrus film için Hands of Love adında bir şarkı besteleyip seslendirdi. Freeheld’in Oscar’larda pek şansı olmadığı konuşulsa da izlenmeye değer bir film olduğunu düşünüyoruz.

Laurence Anyways: Kanadalı genç yönetmen Xavier Dolan’ın 2012 yapımı filmi Laurence Anyways geldi aklımıza. Şahsen filmi Cannes’da izlemiş ve çok beğenmiştim. Sevgilisine aslında içinde bir kadın ruhu taşıdığını itiraf eden Laurence’ın hikayesi bu. Yıllarca içinden geleni bastırmış olan Laurence’ın artık içinden geldiği gibi davranmak istemesi üzerine toplumun değişik olanı ötekileştirmesiyle yüzleşmesini fevkalade bir estetikle ve anlatımla aktarıyor bize genç yönetmen. Hikayenin başlangıcını ise herşeyin sonuna yerleştirerek bizi iyice şaşırtıyor. Melvil Poupaud, Suzanne Clement ve Nathalie Baye oyunculuklarıyla filmin lezzetine katkıda bulunurken kostüm ve dekorlar da seyir zevkini arttırıyor.

Blue Is The Warmest Color: Yine Cannes’da izleme şansı bulduğum bu cesur mu cesur film, bir yandan da aşkı en güzel anlatan filmlerden biri. Filmekimi 2013’te ülkemizde de salon bulabildi film. Yönetmen Abdellatif Kechiche, bu çizgi roman uyarlaması filmde birbirlerine çılgınca aşık olan iki genç kızın hayatını o kadar gerçekçi yansıtıyor ki, bir ara filmde kamera yok da biz bu iki kızın gözünde kaşında vücudunda yemek tabağının içinde yemek yerken ağzının kenarına bulaşan ketçabın üstündeymişiz gibi hissediyoruz. Üç boyutlu film çekmeye ne hacet, bir hikayeyi bu denli gerçekçi biçimde anlatabilmek için marifetli bir yönetmen olmanız yeterli. Oyuncuların muhteşem performansını da es geçmemek gerek, başrollerde Léa Seydoux ve Adèle Exarchopoulos var. Film dakikalarca süren sevişme sahneleriyle de oldukça fazla konuşulmuştu. Sarsıcı, hayat dolu, capcanlı bir film.

Farewell My Queen: 2012 yapımı Fareell My Queen, Benoît Jacquot imzalı. Fransız devrim yıllarında ülkedeki çöküşün anlatıldığı bir yapım. Sidonie Laborde ve Marie Antoinnette arasındaki aşkı merkezine alan yapımda başrollerde yine Lea Seydoux var, ona eşlik eden isim ise Marie Antoinnette rolünde Diane Kruger. Sidonie filmde diğer çalışanlar sarayı terk ederken görevini terk etmiyor ve Marie Antoinnette onu çıkarları için kullanmaya başlıyor.

Pride: Pride/Onur, bu yıl Başka Sinema sayesinde izlediğimiz filmlerden biriydi. Aslen tiyatro yönetmeni olan Matthew Warchus, ikinci sinema filmi Pride’da hem sosyolojik ve psikolojik olarak bakıyor meselesine. 1984 yılında henüz 20 yaşında olan ve gay olduğunun farkında olan Joe, Londra’ya Onur Yürüyüşü’ne katılmak için gelirBir grup genç gay erkek ve lezbiyen ile tanışıp onlarla birlikte takılmaya başlar. Hakları için yürüyüş yapan bu gençler aslında dönemin başbakanı Margaret Thatcher tarafından hoş görülmemektedir. Aynı günlerde maden işçileri de çalışma koşulları nedeniyle grev yapmaktadırlar. Gay grubun içindeki aktivist Mark Ashton ezilen bu iki kanadın birlik göstermesi gerektiğini savunur ve grubunu da gaza getirerek bir İrlanda kasabasına yardım için harekete geçerler. Ortak paydada birleşildiğinde ezberlerin nasıl bozulabildiğine harika bir örnek, mutlaka izlenmesi gereken, cesur bir film.

Milk: Sevilen yönetmen Gus Van Sant’ın gay hakları konusunda idol addedilen Amerikalı Harvey Milk’in yaşamını beyazperdeye aktardığı filmi 2008’de vizyona girmişti. Sean Penn’e ikinci Oscar’ını kazandıran film, aynı zamanda en özgün senaryo ödülüne de sahip oldu. Harvey Milk Amerika’da eşcinselliğini saklamadan bir devlet kadrosunda üst düzey yöneticiliğe seçilen ilk kişi olmuştu. Hem gerçek bir hikaye oluşu, hem Gus Van Sant’ın usta yönetmenliği hem de Sean Penn’in muhteşem performansı için izlenmeyi hakeden bir film.

The Kids Are Allright: Lisa Cholodenko imzalı yapımı 2011’de izlemiştik. Film, evli lezbiyen çift Nic ve Jules’un suni döllenme yoluyla sahip oldukları kızları Joni ve oğulları Laser’ın biyolojik babalarıyla tanışabilecekleri yaşa gelmelerini ve bu tanışmaların nelere yol açacağını konu alıyor. Annette Bening ve Julianne Moore’un filmdeki performansları takdire şayan. Oscar adayı film hiç ödülle dönmese de tüm eleştirmenlerden tam not almıştı.

With Every Heartbeat: 2011 İsveş yapımı film ülkemizde gösterime girmedi. Amerikan Film Enstitüsü ödülü alan filmi bulursanız kaçırmayın derim. Yönetmen Alexandra Therese Keining, başrolde ise Ruth Vega Fernandez ve Liv Mjönes var. Mia, Tim ile evlenmek üzeredir ve bir doğumgünü partisinde Frida ile tanışır. Frida bir lezbiyendir ve bir süre sonra ikilinin arasında bir ilişki başlar. Mia’nın da Frida’nın da kafası çok karışır çünkü Mia aslında bir lezbiyen değildir ama aralarındaki aşk çok güçlüdür.

Boys Don’t Cry: Erkekler Ağlamaz diye çevrilmiş, eski bir filmle son verelim seçkimize. Yönetmen Kimberly Peirce ilk olarak 1995 yılında çektiği aynı adlı kısa filmi, 1999’da uzun metraja dönüştürmüştü. Başrollerde Hilary Swank, Chloë Sevigny ve Peter Sarsgaard var. Yaşanmış bir olaya dayanan bu bağımsız film 2000 yılında Hilary Swank’a “En İyi kadın oyuncu” kategorisinde Oscar ve Altın Küre ödüllerini kazandırmıştı, film çeşitli festival ve yarışmalarda bir çok ödüle layık görüldü. Hilary Swank’in hayret verici derecede başarıyla canlandırdığı erkek kıyafetleri ile dolaşan travesti Teena Brandon’ın gerçeği farkeden erkek arkadaşları tarafından katledilmesini konu alan filmi bu zamana kadar izlemediyseniz muhakkak izleyin. Filmin adının The Cure parçasından geldiğini de hatırlatalım.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.