22. Adana Altın Koza Film Festivali’nin hareketlenmesiyle sektörel yerli hareketlilik de başladı diyebiliriz. Ama geçen yıl Altın Portakal’da yaşananlar daha sonrasında İstanbul Film Festivali’ne başkalaşmış şekilde sirayet eden sorunlar takip ettiğim kadarıyla olduğu gibi duruyor. Ülkenin malum hali gereği yeni bir hükümet kurulamazken, sinema yasasında yeni düzenlemeler yapılmasını fazla lüks duruyor. Zaten birkaç yıldır durum bu! Politik kaos başka / daha yaşamsal, sakinlik kokan durumlara fırsat tanımıyor. Maşallah hepimiz eli maşalı siyasi kişiliklere dönüştük. Eylemsel değilse bile söylemsel olarak öyleyiz en azından. Hal böyle olunca festivallerde kopan olaylar da halının altına pek güzel süpürülmüş oluyor. Tekrar bir festival zamanı Adana’da yarışacak 15 uzun metrajlı film açıklandı ama hala kısalardan haber yok. Ayrıca onlardan zorunlu olarak istenen eser işletme belgesi yönetmelikte yok.
Peki nasıl olacak? Çok sıkı denetim mi bekliyor seçilen filmleri? Yoksa festival iyi bir savunma metni mi hazırladı? Bunları merak ediyorum çünkü hiçbir açıklama yapılmıyor. Mesela İstanbul Film Festivali Nisan ayında yarışmadan çekilen filmler için tekrar yarışma yolunu açma sözünü vermiş ama sonra o sözü tutamamış. Filmlerin yönetmenleri de olayı protesto etti. Ama bu filmlerin bazıları Adana’da yarışacak mesela. Yine benzer bir durum olursa nasıl tavırlar alınacak merak konusu. Bir de kısa ve belgesellerden eser işletme belgesi festival inisiyatifiyle değil bakanlık kararıyla istenmemeli. Bu durumda ne festivaller ne de yönetmenler zan altında kalır. Bakalım Antalya’da neler olacak bu sene? Festivalin kaderini belirleyen belgesel bölümü duruyor mu yoksa değişiyor mu? Jüride de bu durumda değişiklik yapılabilir, bakış açısına güvendikleri kişilerden jüriler oluşturulabilir. Tıpkı Malatya Film Festivali’nin yaptığı gibi. Ya da kapı gibi eser işletme belgesi bahane edilir, vermeyenler ayıklanır, verenlerle yola devam edilir… Gördüğünüz gibi hala ve hala çok seçenek var ve biz festivallerin bu durumdaki bakış açılarından hala bihaberiz. Kimse çıkıp doğru dürüst açıklama yapmıyor, sektör bu konuda olduğu yerde sayıyor, bir baskı mekanizması kuramıyor. Tavır almak güzeldir ama çözüm herkes için iyidir. O yüzden eser işletme bizi daha fazla işletme demekten başka şey gelmiyor şu an elimden!
Modern dünyanın Aç Kalpler’i…
Geçen hafta Hungry Hearts / Aç Kalpler filmiyle ilgili ufak bir yazı yazmıştım ama daha uzun boyutlu ele almam gerekti, farz oldu. Aslında bu olayın çok benzerine ben yıllar evvel tanıklık etmiştim. Vejetaryen babanın ‘etsiz beslenme’ programından bebeği tırım tırım kaçıran bir annenin çaresiz haliyle karşılaşmıştım. Baba varken yenemeyen köfteler, tavuklar baba evden gidince buzdolabının ücra köşelerinden çıkarılıyor ve hızlıca bebeğe yediriliyordu anne tarafından. Hakikaten de gergin anlardı, baba her an eve dönebilir ve bebeği köfteyi çiğnerken yakalayabilirdi! O zamanlar bu olayı sadece seyretmekle yetinen ben Aç Kalpler’i izleyince azıcık hayıflanmadım değil. Tabii serde gazetecilik yazarlık olunca her olaydan bir haber değeri, bir paragraf çıkarma gayreti olması gerekir ama ben bu deformasyonu yaşayıp atlatmıştım o zamanlar…
Aç Kalpler bi kere en başta kadını yani Mina’yı hedef aldığını açıkça ortaya koyuyor. Lavaboda tanışan neşeli çiftten bir dram malzemesi yaratan yönetmen Costanzo arınma mevzusunu biraz abartılı bir sunumla anlatıyor. Zira Mina’nın takıntıları bebeği sadece beslenme alışkanlıkları üzerinden gitmiyor, bebekle kendine bir dünya kuran annenin bencilliğinden besleniyor. Açık hava, güneş, azıcık bakteri, başka insanlar, etkileşim yok. Varsa yoksa anne ve avakado!
Baba yani Jude ise bebeğinin gelişimi konusunda endişeli, onu geleneksel bir yetiştirme duayeni olan annesine teslim ediyor ve bebeğin geleceğini kendi içinde garantiye alıyor! Modernlik demek tam anlamı karşılamıyor ama çocuğu kendi kafasına göre yetiştireceğim diye hazır gıdalara boğan anneler de burada eleştiri noktasında! Yani arınmanın modernizmle ilgisini ortaya koyuyor! Varsa yoksa geleneksellik demiş yönetmen, geleneksellik candır, gerekirse can alır demiş. Yani abartmış.
Bir seyirci olarak gerilimli bir biçimde filmin içine sızmışken sürekli rotamız değişiyor. Mina haklı, hayır Jude. Yoksa babaanne mi? Bu gerilimi bize yaşattığı için yönetmene müteşekkirim, gerçekten de buna benzer haller yaşanıyor. Ama sonuna noktayı bir hayli ağır, saçma hatta problemli koyuyor. Yönetmen tabii şuradan yola çıkıyor, bebeğinin hayatını mahvetmeye hevesli bir anneyi konu dışı bırakarak sağlıklı bir birey yetiştirmenin ilk adımını atıyor! Yani anne bebeğini sağlıklı bir şekilde öldürüyor mesajı saçıyor. Orada saçmalıyor ve Mina’yı gözünü kırpmadan harcamasına itiraz ediyorsunuz. Ve son sahnede babanın oğluyla okyanusa uzanmasına, sonsuz özgürlük duygusunu yaşamasına siz yönetmen kadar sevinemiyorsunuz!
Tabii yönetmen tüm taşları Mina’nın üzerine yığdığı için onu bedeniyle daha çirkin hala getiriyor, zayıf, sağlıksız ve sinirli! Babasıyla da görüşmüyor, yani aile olgusu ve onu büyütecek gücü yok deniyor. O yüzden bebek onun sorunlu dünyasında yer alamayacak, tükenecek, tıpkı kendisi gibi! Bunlar filmin önermeleri. Benim önermem ise vegan ya da vejetaryen olmaya insanın kendi bilinciyle karar vermesi, bebeği doğar doğmaz o yola sokmaya gerek yok, büyüklerin arınmasına benzemiyor onların olayı, zaten masum bir şekilde doğuyorlar ve illa bir yerlerden darbe alıp onu yavaş yavaş kaybediyorlar! Ama yine de Mina öyle bir sonu asla hak etmedi, geleneksel olan bu kadar baskın olmamalı, daha şifacı olmalıydı belki de!