Çekildiğinden bu yana 38 tane ödül kazanan ve başrolünde Cansel Elçin’in oynadığı “ROYA”nın yönetmeni Alper Akdeniz bu kez “RÜYA” ile festivallerde başarısını perçinlemekte. Yetkin bir sinematografik bakış açısıyla çekilen kısa film, 80 döneminde bir taşra köyünde yaşananlara odaklanıyor. Bu ayki köşemin konuğu Alper Akdeniz’e yönelttiğim sorularımı büyük bir titizlikle cevaplandırdı yönetmen…
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık mezunuyum. Hala masterımı aynı üniversitede “Shakespeare Oyunlarının Sinemaya Yansıması” adlı tezim üzerine çalışıyorum. İzmir’de yaşıyorum ve burada derslere giriyorum. Vaktimin büyük bir bölümünü filmler üzerine çalışarak geçiriyorum.
Senin için kısa filmin tanımı nedir?
Kısa film benim için ÖZGÜRLÜK’tür. Kısa film şiirsel dilin sinemaya yansımasıdır. Özenle seçilen sözcükler gibi, haykırışın diğer adıdır benim içimde uyanan. Bir fotoğraf albümüne bakar gibi, damakta bir tat bırakan ve hep hatırlanan hatıralar olarak algılıyorum. Sinemanın kendini en bağımsız olarak ifade ettiği yerdir. Hiçbir maddi kaygı duymadan, gişe derdi olmadan sadece kişinin öznel duygularıdır. Kısa filmin hayata karşı söz söyleme sanatı olduğuna inanırım ben. Kısa filmin kendine ait bir üslubu oluşmuş durumda ama asla uzun metraj filmin kısası değildir. Bana göre bir kısa filmi uzatınca uzun metraj film yapmanız neredeyse imkansızdır. İstisnaları bu konunun dışında tutuyorum. Türkiye’de kısa film çekmek uzun metraj film yapmak için bir ön adım gibi geliyor. Bu son derece yanlış bir tavır, birçok kısa film yapan yönetmen sonrasında uzun metraj film yapmıyor ya da yapamıyor.
Kısa filmi bir araç olarak mı görüyorsun? Yoksa söz gelişi bir 10 yıl sonra da, kısa filmler, belgeseller çekeceğim diyor musun?
Kısa film araçtan ziyade yaşama tutunma sebebim diyebilirim. Kendimi var edebildiğim diğer sanatsal çalışmalarımın yanı sıra en baştan çıkarıcı olgudur hayatımda. Ömrümün sonuna kadar da kısa filmler üretmeye devam edeceğim. Kısa filmi asla bir araç olarak görmedim. Uzun metraja geçişte bir basamak olamaz bence. Uzun metraj film başka disiplinleri olan, hikayesi, senaryosu ile ayrı bir alandır. On dakikada anlattığımız hikayeyi yüz dakikada anlatmak neredeyse imkansız. Karakterlerin derinliğinin daha ayrıntılı çalışılması gerekiyor. Ben kendi devinimimi gözlemlerken hayatın beni nereye götürdüğünü az çok biliyorum. Geçmişte bir sanat okulundan mezun olmanın verdiği özgüven varken şimdilerde o yerini derin bir kaygıya bıraktı. Zamanın da verdiği etkiyle biraz daha büyüyorum sanırım.
Rüya’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
Rüya, 12 Eylül darbesinden haberleri olmayan 19 Eylül 1980’de geçen bir hikaye. Darbenin olduğunu haftada bir kez gelen gazeteyle öğrenen bir köy öğretmeninin hikayesi. Bizden ve yakın tarihimize ait bir hikaye. Başrollerinde Sertan Tuğfan, Çiğdem Ardıç ve Gürol Tonbul’un oynadığı filmin görüntü yönetmenliği Ayberk Olgay yaptı. Rüya benim için geçmişle bir hesaplaşma gibi aslında. O dönemde olan biteni hep dinleyip üniversite yıllarımda çok etkilenmiştim. 80 öncesi Türkiye’nin heyecanı ve 80 sonrası arasındaki keskin bir bıçak darbesi hayatın her alanındaki etkileri vardı. Kaybolan bir hayatın peşine düştüm. Bir köy öğretmenin o kaos içerisindeki çırpınışları, hayata tam tutunacağım dediği anda her şeyini kaybetmesi beni bir yönetmen olarak çok etkiledi. Rüya’yı çekmeseydim içimde bir yerde hep bir şeyler eksik kalacaktı diyebilirim. Belki çok iddialı bir söz gibi gelebilir ama bu film ben ve benim aramdaki bir hesaplaşmadan ibaret diyebilirim.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Teknoloji karşıtı biri asla olmadım. Yönetmenler için bunu bir avantaj olarak görüyorum ve her defasında gelişen teknolojiye ayak uydurmaya çalışıyorum. Bu biraz maddi olanakların doğru kullanılmasıyla da ilgili. Teknolojinin sanata entegrasyonu ise bambaşka bir konudur. Sanat kendi devinimini daha emin adımlarla ve ısrarcı bir tutumla yapar. Gelişen teknoloji bunun aksine daha hızlıdır. Son yıllarda kısa film üretimi oldukça arttı. Bu aynı zamanda muhteşem bir şey. Kısa film üretiminin artmasıyla beraber bundan sonra kalitenin de artması beklenmelidir. Eğer kalite artmıyorsa teknolojinin bana göre hiçbir yararı yoktur. Eğer gözünüz yoksa dünyanın en iyi kamerasına da sahip olsanız asla bir film üretemezsiniz. Teknoloji sadece işinizi kolaylaştırır ama sinema kolay yapılan bir sanat dalı değil.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Türk yönetmenlerden başlayacak olursak Nuri Bilge Ceylan, Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz ilk aklıma gelenler. Son dönemlerde zamanımı Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini çözümlemekle geçiriyorum. Onun sinema dili oldukça farklı ve ben o dili seviyorum. Yabancı yönetmenlerden ise Roman Polanski’nin şiirsel anlatımına hep hayranım, özellikle The Pianist filmine. Martin Scorsese ve onun Taxi Driver’ı. Clint Eastwood’un hem oyunculuğu hem yönetmenliği oldukça etkileyici. Ang Lee, Jean-Pierre Dardenne, Christopher Nolan, David Lynch, Akira Kurosawa, Quentin Tarantino, Woody Allen aklımın hep bir köşesinde yer alan filmlerin yönetmenleri. Çok sevdiğim yönetmenlerden biri de Danimarka’dan Lars von Trier; çok etkilendiğim bir yönetmen. Benim favori yönetmenim ise Susanne Bier’dir. Onun arada kalan karakterleri, başka coğrafyalardaki parçalanmış aile dramları, karakterlerin çıkmazları beni büyüleyen bir tarzdır. Özellikle Daha İyi Bir Dünyada, İkinci Bir Şans, Kardeşler, After The Wedding, Love is All You Need gibi filmleri oldukça çarpıcı gelmiştir bana.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Son beş yıla baktığımda ciddi bir festival patlaması yaşanıyor ülkemizde. Bu oldukça sevindirici bir durum. Artık kısa film yönetmenlerinin de kendilerini ifade edebilecekleri mecralar oluşmaya başladı. Çünkü festivallerde ödül almak için film yapmıyoruz, asıl hedefimiz izleyiciye ulaşmak. Buradan hareketle ne kadar çok festival o kadar çok film izleme şansı benim için. Türkiye’de çok kaliteli festivaller var ve yeni başlayan festivaller de var. her festival kendi tarzını koyduğu gibi daha iyisini yapmak için de çaba sarf ettiklerini görüyorum. Kurumsallaşan bir festival her daim başarılı oluyor bunu fark etmemek elde değil. Sadece ödül vermek ve yapmış olmak için festivaller yapan kurumnlarında birkaç festival sonrası kapandıklarını biliyorum. Kısa film festivallerinin yönetmenlere yaklaşımları gerçekten önemli. İlgi ne kadar çok olursa sanatçı için bir o kadar iyi oluyor. Oradan aldığı motivasyon bir sonraki yıla yeni film üretmeyi de kamçılıyor kendi içinde.
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim… Yeni projelerin neler?
Şu sıralar üzerinde çalıştığım uzun metraj filmin senaryosunu bitirmek üzeriyim. Yaklaşık bir yıldan bu yana üzerine çalıştığım bir hikaye var. Kesin bir tarih vermemekle birlikte onun çekimlerine başlayacağım. Bazı oyuncu arkadaşlarımla görüşmeleri yaptım. 2012’de yaptığımız Leke filmiyle birçok ödül aldığımız ve festival dolaştığımız başrol oyuncumuz Esra Akbaş’la uzun metraj filmde de beraber çalışacağız. Çektiğim kısa filmlerde ve yeni katılacak oyuncu arkadaşlarımızla büyük bir ekip olacağız ama şimdilik Bahar Türker, Sertan Tuğfan, Gündüz Öğüt aklıma gelen isimler. Yitik Ülke Yayınları’ndan yeni kitaplarım çıkacak ve İzmir’de çalkantılı denizimde yaşamaya ve üretmeye devam edeceğim…