Inside Out / Ters Yüz nedeniyle biraz animasyonların pek de açılmayan kapısını aralayalım istedim. Disney ve Pixar ortak yapımı olan animasyon Up / Yukarı Bak filminde de imza atan Pete Docter imzası taşıyor. Malum Pixar şirketi büyüklerin de ilgi göstereceği, konusuyla, karakterleri ve çizim tekniğiyle büyükler dünyasını da çekmeye çalışıyor sularına ama nafile! Burnundan kıl aldırmaz büyükler animasyon izleyince küçülüp ufalıp çocuk olacaklarını zannediyorlar sanırım. Sinemalarda bir animasyon gösteriliyorsa hep çocuklara eşlik etmek için gelen büyükleri görüyoruz. Göğsünü gere gere ben animasyon izlemeye gelen b,r büyük görmedim henüz. Varsa kendisin beli etsin!
Animasyonlara şu yönleriyle bayılıyorum. Öncelikle çok çevreciler, karakterleri çok doğal, sempatik ve insani özelliklerden uzak. Yani insanların elinden çıkmasına rağmen insanlara bu kadar uzak olmaları onların avantajı. Mesaj kaygısı var ama gözümüzü oya oya değil, alttan alta sanki ayaklarımızın üstünden ılık sular geçermiş gibi. Böyle olunca animasyon izlerken inanılmaz rahatlıyorsunuz ve dünyanın dışında bir yerlere dolanıyorsunuz. Hani kafayı dağıtmak için komedi izliyoruz diyorsunuz ya büyükler. Animasyon izlerken hem kafayı dağıtıyor hem de ağzı dolusu gülüyorsunuz. Çünkü karakterler sempatik. Ters Yüz’e gelecek olursak insanın duygularını kişiselleştirerek harika bir animasyona imza atıyorlar. Yani bizi oluşturan neşe, üzüntü, öfke, korku ve tiksinti arasında mekik dokuyan film filmin kahramanı küçük Riley’in duyguları aslında. Animasyonda o kadar güzel bir hayal gücü ve güçle patlayan espriler var ki, her duygunun bizim için ifade gücünü tekrardan gözden geçiriyoruz adeta. Neşe ön planda, bizim hayata karşı gardımızı düşürmemek için çabalarken üzüntünün de duygularımıza olgunluk katmak ve bazı kararları alırken bize destek olmak için olması gerektiğini savunuyor. Yani çok bizden yana bakıyor bu animasyon, duygularımızın arkasındaki o karmaşık işleyişi öyle güzel ve tırkır tıkır dokuyor ki, içeri girip soyut kavramlar geçidinde, kızarmış patates dünyasında deli gibi gülüp eğlenmek istiyorsunuz. Her şeyiyle mükemmel olan bu animasyona bir büyük olarak adım atın derim. Korkmayın küçülmüyorsunuz! Dublajlı izleyecekler için özellikle Üzgün’ü seslendren Gupse Özay’ın vurgularına bayılacaksınız. Diğer seslendirmenler de çok başarılı. Yani kendinizi bir ters yüz yapıp bu animasyona düz gidin derim.
Kuzu’cum…
Altın Portakal’ı potesto edip gitmediğimiz için portakalın galibi Kuzu’yu izlemek de bugünlere nasip oldu. İzledim ve her şeye rağmen beğendim duygusunun dışında beğendim elbet. Kutluğ Ataman’ı Ataman yapan Kuzu film olmadığı için, kendisinin diğer işleriyle de fazlasıyla haşır neşir olduğumuz için siyasi çarkını çok anlayamadık açıkçası. Kendisi yurtdışında yaşadığı için yurtiçi siyaset duygusundan uzak kalmış olabilir mi? Ulusalcılara diş bileyip AKP’nin kucağına atılmak çok yönlü bir sanatçı için ne kadar doğru gibi bir sürü soru sorulabilir! Bir de filmini az izleyen olur diye sanatsal ibaresini özellikle kullanmayın diyor. İyi de baba iki tane gülmece unsuru kattın diye film sanatsal olmaktan çıktı mı? Ya da taşrada film çektin diye taşralı mı sandın filmini? Bir de SİYAD en iyi film seçti diye ürkmüş. Çünkü sanatsal sanılırmış da izlenmez diye. Hadi benim izlediğim sinemadan, salondan kaynaklandı diyelim ama tek başıma izledim filmi maalesef! Siyad’ın sanatsal ruhu çoktan bulaşmış o zaman filme. Neyse bunlar Kuzu’yu sevmemek için neden olamaz bizim için, ortada bir film var tüm objektifliğiyle değerlendirmek lazım. Filmi bir yere kadar, hadi ortası diyelim. Oraya kadar bir hayli sevdim ama babanın ya da filme yansıtılan erkek temsilinin şehri mi diyelim, şehre gelen şarkıcı kadını mı diyelim. Tam olarak neyi keşfettiğini de anlayamıyoruz, aileden bir kopuş var diyelim. O koptu ben de birazcık koptum filmden. Yoksa bütün köyün kuzu diye sevdiği, ablası Vicdan’ın onun kurbanlık koyun olarak inandırdığı ve bir süre sonra da kendisini kuzu sanan Mert’in dramı çok iyi. Annenin çözümsüz kalan ve yürekleri ağza getiren o anının da filmin çekirdeği olduğunu düşünüyorum. Sanki o an için çekilmiş duygusu uyandırıyor ki, izlediğiniz diğer anların etkisini biraz yok ediyor. Yani ben de öyle oldu. Çocuk oyuncular çok iyi, filmin konusu da başarılı. Ama sonunda bir hayli çözümsüz kalmış Ataman. Gayet naif, politikadan uzak, değişik bir taşra algısı yaratmış. İşte bu zaten!
Hayvanın yaşam alanı diye bişi de var!
Backcountry / Ölüm Ormanı Jenn ve Alex isimli iki sevgilinin başından geçenleri anlatıyor. Bu tarz filmlere içten içe gülüyorum, zira sonu taa arabanın motorunu çalıştırdığı andan itibaren belli ve o yolları hep beraber keyifle alıyoruz o yüzden. Kamp Ormanı şehir hayatının ortasında debelenen bizlere sille tokat bir mesaj vermeye çalışıyor. Ormanlar biz her ne kadar öyle algılasak da romantik ortamlar değildir diyor. Burada mesaj kız arkadaşına evlenme teklif etmek isteyen Alex’e. Bu tarz filmlerde genelde masum çiftimize ya da şımarıklıktan ‘ölmesi gereken gruba’ musallat olan kötü adam, aile verilir ama burada ‘kötü’ adamımız bir ayı! Ama o içgüdüsel olarak kötü. Farkında olmadan yani. Kampta çifti tırstıran bir adamla karşılaşınca çift panik yapıp yolunu kaybediyor. Güzelim göl manzarası yerine ayıların yaşadığı yerde buluyorlar kendilerini. Burada da onların yaşam alanlarına sızma durumu yaşanıyor. Bu filmde belki öyle olmayabilir ama genişleme hırsımız artık nasıl kendini bilmez şekilde oluyorsa bir bakmışız, şehirden, kasabadan, köylerden çıkmışız taa hayvanların yaşam alanlarını tehdit etmeye başlamışız. Yani hayvanlar yukarılara kaçıyor biz de peşlerindeyiz. Buradaki ayı bu duruma isyan etmiş durumda, saldırı, taarruz… Film onca korku ve sakinliğin içine öyle cesur bir sahne atıyor ki peh diyorsunuz yani. Velhasıl Ölüm Ormanı hayvanların dünyasına umarsızca sızan insanoğluna bir uyarı niteliğinde adeta! Bu genişleme tutkumuza bir son vermeli ve hayvanları en azından kendi yaşam alanlarında rahat bırakmalıyız, yoksa sonumuz fena!