Geçenlerde art arda seyrettiğim iki korku filminde birden, neredeyse benzer sahneler eşliğinde sunulan tek taş yüzük metaforuna denk gelince bu yazıyı yazmam kaçınılmaz hale geldi. Biri Kanada, diğeri İrlanda yapımı filmlerin ikisi de, kadının evliliğe bakışı ve toplum içerisindeki konumu gibi önemli alt metinlere ev sahipliği yapıyor. Son bölümde bu mevzuyu daha detaylı ele alacağım. Aşağıda sırasıyla filmlerin kısa tanıtımlarını ve bu filmlerde kullanılan yüzük metaforu üzerinden Korku Sineması’nda kadının temsili konusuna küçük bir çentik niteliğindeki final bölümünü bulacaksınız.
Backcountry (2014)
Tam bir ‘outdoor’ delisi Alex ile kurumsal bir firmanın avukatlığını yapan ‘şehir hayatına düşkün’ sevgilisi Jenn, hafta sonu tatili için kendilerini doğaya vurmaya karar verirler. Cennet tasviri manzaralarla muhatap olmayı planlayan iki sevgili, birtakım aksilikler sonucu cehennemi yaşar. Şunu en baştan söyleyeyim, hayatta kalma filmlerine merakınız varsa Backcountry’yi mutlaka izlemelisiniz. Türün bütün klişelerini harfiyen yerine getirmeye çalışan, özenli bir işçiliği var. Genelde bu tip filmlerin ilk bölümü sıkıntılı olur. Daha önce defalarca izlediğimiz ‘ormana gidiyoruz, lay lay lom’ ana fikrine hizmet eden giriş kısmı, hem gereğinden uzun tutulur, hem de ‘biz sanki bu filmi daha önce izlemiştik’ izlenimi bırakır ki bu da filmin kalitesine büyük darbe vurur. Ancak Backcountry, bu işi olası en zeki diyaloglar eşliğinde 10 dakika gibi kısa bir sürede çözmeyi başarıyor. Böylece hem karakterlerini bir an önce olayların geçeceği ormanlık bölgeye taşıyor, hem de onlar hakkında fikir edinmemizi sağlayan ön bilgi niteliğindeki tanımları hızlı bir şekilde veriyor. ‘Klişelerle bezeli bir tür filmi yaparken sıradan olmaktan nasıl kurtulursunuz’ gibi bir başlığın altına yakışan, bütün sinema okullarında gösterilmesi gereken, yetkin bir giriş bölümü olmuş. Filmin bence en büyük sıkıntısı tanıtım kampanyası. Afişinden, sunumuna, sloganından, basına servis edilen konusuna, bundan daha kötü bir reklam kampanyası düşünemiyorum. Backcountry’yi sadece bir vahşi hayvan (ayı) saldırısı filmi gibi sunmak fazlasıyla yanıltıcı olmuş, çünkü değil. Film, birbirleriyle zayıf bağlantıları bulunan ve üç ayrı kısa filmmiş gibi de çalışan üç bölüme ayrılıyor. İlk bölümde kamp yapan ikilimize katılan bir yabancıdan kaynaklanan gerilim öne çıkıyor. İkinci bölümde tencere tavayla haberdar olduğumuz ayı saldırısı gerçekleşiyor. Üçüncü ve son bölümde ise hayatta kalma filmlerinin can damarı olan özgürlüğe kaçış gerçekleşiyor. Biraz kes-yapıştır gibi duran bölümler, bütünüyle organik bir bağ kurmakta zorlansa da fazla can sıkmayan bir seyirlik sunmakta zorlanmıyor. Aslında ayı saldırısı ön plana çıkartılacağına gizlense, şaşırtıcı bir sürpriz olarak çok daha etkileyici olurmuş. 12 Haziran’da gösterime gireceği duyurulan Backcountry, daha çok TV dizilerinde boy gösteren bir oyuncu olan Adam MacDonald’ın yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı film. Anladığım kadarıyla MacDonald bundan sonra yönetmenliğe devam edecek. Backcountry, bir sonraki filmini izlemem için yeterince sebep barındırıyor.
From the Dark (2014)
İrlanda yapımı korku filmlerini severim ve elimden geldiğince takip etmeye çalışırım. From the Dark, Dead Meat (2004), The Disturbed (2009) ve Stitches (2012) gibi filmleriyle tanınan Conor McMahon’ın yeni filmi. İrlanda kırsalında seyahat eden Mark ve Sarah isimli iki sevgili, arabalarının çamura saplanmasıyla yolda kalır. Yardım istemek için yakınlardaki bir çiftlik evine gelen ikili, hiç ummadıkları bir tehlikeyle karşı karşıya kalır.
Konusundan da anlaşıldığı üzere From the Dark, fazlasıyla klişe yüklü bir film. Tarlasında çalışan bir çiftçinin yanlışlıkla yeniden hayata döndürdüğü kötücül bir varlığın, tesadüf eseri oraya gelen iki sevgiliyle girdiği ölümüne mücadeleyi anlatıyor. Yeniden hayat bulan varlık hakkında net bir açıklama yapılmıyor ama kalbine saplı kazığın çıkartılmasıyla hayat bulması, ışıktan rahatsız olması ve direkt boyun bölgesine saldırıp ısırması gibi verilerin ışığında rahatlıkla bir vampirle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Hele ki korku klasiklerinden Nosferatu’da (1922) Max Schreck’in can verdiği unutulmaz Graf Orlok karakterine tıpatıp benzediğini gördükten sonra çok fazla bir şüpheye de yer kalmaz.
From the Dark için bir vampir filmi demek çok doğru olmaz. Vampir filmlerindeki bilindik donelerden işine gelenleri alıp kullanarak, bütün çatısını üzerine kurduğu kırsalda hayatta kalma filmi modeline meze ediyor ve bu şekilde melez bir yapılanmaya gidiyor. Bu yapının çok sağlıklı çalıştığı söylenemez. Sadece İrlanda yapımı korku filmlerine düşkün sinemaseverlere, o da çekinerek, tavsiye edebilirim.
Cevval Kadınların Kriptoniti: Tek Taş Yüzük
*** Önemli Not: Yazının bundan sonrası filmler hakkında üst seviyede ‘spoiler’ içerir. Filmleri izledikten sonra okumanızda fayda var. ***
Gelelim yüzük meselesine. Gelişmiş ülkeler sıralamasında üst sıralarda yer alan (ve bundan gurur duyduğunu her fırsatta dile getiren) iki ayrı ülkeye ait filmlerin kadına bakış açısını fazlasıyla rahatsız edici buldum. Tamam, korku filmlerinin belli bir kalıbı vardır ve bu kalıp ‘kadın düşmanlığı’nı da içerir. Özellikle ‘slasher’larda aşırı muhafazakâr yapı öne çıkar ve kadının yapması ve yapmaması gerekenler neredeyse alışveriş listesi titizliğinde sıralanır. Final kızı olarak isimlendirilen sona kalan karakter, katil (ya da onayladığı yaşam tarzına aykırı davrananları cezalandıran muhafazakâr toplumsal yapının ta kendisi) ile kıyasıya bir mücadeleye girer ve çoğunda kazanır (ya da kazandığını zanneder). Ancak final kızı olabilmek için zaten muhafazakâr yapının onayladığı bir hayat sürmek gerekmektedir. Kaldı ki o zaman bile hayatta kalabilmek için insanüstü bir çaba harcamak gerekir. Tabii ki buradan hareketle ‘slasher’ları kadın düşmanı filmler olarak yaftalamak oldukça sığ bir yaklaşımdır. Birçoğu bu modeli içinde yaşadığımız toplumsal koşulları eleştirmek adına başarıyla kullanır. ‘Slasher’ dışındaki türlerde böylesine bariz bir kadın düşmanlığının varlığını genellemek doğru olmaz ama birçok korku filminde benzer yaklaşımlara rastlama olasılığı oldukça yüksektir. Şimdi yazıya konu olan filmlerdeki kadın karakterlerin maruz kaldığı ‘yüzük terörü’ne bir göz atalım.
Backcountry’de ana erkek karakter Alex, kendine çok güveniyor, liderliğe soyunuyor ve ana kadın karakter Jenn’den kendisini takip etmesini istiyor. Kadın, isteksiz de olsa buna boyun eğiyor. Ancak erkek yolu bulamıyor ve kayboluyorlar. Bunun üzerine sert bir tartışma başlıyor. Kadın, işi hiçbir ortak noktaları olmadığından dem vurup ilişkiyi sorgulamaya kadar getiriyor ve can alıcı soruyu soruyor: “Beni peşinden sürüklediğin bu dağ başında ne işimiz var?” Erkek, biraz da çekinerek, çocukluğunun unutulmaz anılarına ev sahipliği yapan noktaya gidip ona evlenme teklif etmeyi planladığını söylüyor. O andan itibaren iki taraf da sessizliğe gömülüyor. Kadın yelkenleri suya indiriyor ve kavga sona eriyor, bir nevi uzlaşma sağlanıyor. Kadın, bir yüzük uğruna inandığı her şeyden vazgeçiyor. İkili tekrar beraber hareket etmeye başladıktan sonra ayı saldırısı gerçekleşiyor. Erkek hayatını kaybediyor. Kadın, kaçmaya başlamadan önce çadırın oradan sadece yüzük kutusunu alıyor. Kutuyu açıp yüzüğü parmağına takıyor ve toplum içinde kendisine biçilen rolü kabul ettiğini ayan beyan ilan ediyor. Erkek olmadan kaçmaya başlayan kadın, çok daha iyi mücadele ediyor ama ölümcül yaralar alıyor. Kadın, final sahnesinde yaralı bir halde kıyıya çıkıyor ama kurtulmak için daha önce maço davranışlarına maruz kaldığı diğer erkekten yardım istemek zorunda kalıyor. Yani bütünüyle kurtulabilmek için hala bir erkeğin yardımına ihtiyaç duyuyor.
From the Dark’ta ise ana erkek karakter Mark, gene kendine çok güveniyor, liderliğe soyunuyor ve ana kadın karakter Sarah’dan kendisini takip etmesini istiyor. Kadın, isteksiz de olsa boyun eğiyor. Erkek, arabada geçen bir konuşmada evlenmeye niyeti olmadığından bahsediyor, kadın buna çok bozuluyor. Erkek yanlış yola giriyor ve çamura saplanıp yolda kalıyorlar. Çiftlik evinde vampirle karşılaşıyorlar ve ölümüne bir savaş başlıyor. Erkek daha pasif durumda kalıp yardım beklemek isterken, devamlı çözüm arayışındaki kadın daha dirayetli ve daha cesur davranıyor. Vampir erkeği ısırıyor ve erkeğin dönüşeceğini düşünen kadın onu bırakıp kaçmaya karar veriyor. Ama o sırada erkeğin cebinden düşen yüzük kutusunu görüyor. Yüzüğü görür görmez yelkenleri suya indiriyor ve erkeği kurtarmaya karar veriyor. Erkek dönüşüyor ve sonrasında ölüyor, hatta kadın tarafından öldürülüyor. Kadın, bu sayede özgürlüğe giden ilk adımını atıyor. (Erkeğin ölüm anı gölgeler aracılığıyla sunularak hem ödünç aldığı Orlok karakterine ithafen Dışavurumcu Alman Sineması’na minik bir selam gönderiliyor, hem de özelden genele yayılan bir mesaj niteliğine bürünmesi sağlanıyor.) Kadın tek başına daha iyi mücadele ediyor ama ölümcül yaralar alıyor. Yaralanan yüzük parmağını keserek iyice özgürleşiyor ve toplum içinde kendisine biçilen rolü kabul etmediğini çığlık çığlığa ilan ediyor. En sonunda kurtuluyor. Ancak final sahnesinde doğan güneşe karşı gözlerini kırpıştırmaya başlaması iki uçlu bir okumaya neden oluyor.
Görüldüğü gibi her iki filmdeki erkek karakter de fazlasıyla pasif, beceriksiz ve kendi başına ayakta durmaktan aciz iken kadın karakterler bunun tam aksine ekonomik bağımsızlığına kavuşmuş, ne istediğini bilen, cesur bir görüntü çiziyorlar. Buradaki zıtlık ilk bakışta kadın karakteri yüceltiyormuş gibi görülebilir. Ancak bunun tam aksi bir durum söz konusu; kadının, dengi olmasa bile illa ki bir erkeğe muhtaç olduğunun altı çiziliyor. Kadınların yüzük ortaya çıktıktan sonraki davranışlarındaki benzerlikler de çarpıcı. Her ikisi de o anki pozisyonlarını terk edip evliliği onaylıyor, dahası hazır bir damat adayı bulmuşken kaçırmayalım moduna bürünüyor. Kanada yapımı filmdeki kadın, kendini tamamen toplumun biçtiği değer yargılarına teslim edip yenilgiyi kabul ediyor. İrlanda yapımı filmdeki kadın ise sonuna kadar mücadele edip özgürlüğüne kavuşmak için ne gerekiyorsa yapıyor ama filmin iki uçlu final sahnesiyle kadının özgürlüğünü bütünüyle onaylayamadığı da gözlerden kaçmıyor.
* The Lord of the Rings, J.R.R. Tolkien.
Murat Kızılca