Tunca Arslan, geçtiğimiz ay, Aydınlık gazetesindeki köşesinde yazdığı yazısında Hıncal Uluç’a saldırmış, kendisini sinema konusunda cahil ilan ederek, bu işten uzak durmasını tavsiye eden bir yazı kaleme almıştı.
Tunca Bey, Hıncal Bey’in, artık gelenekselleşmiş bir şekilde, SİYAD ödül törenlerini eleştirmesinden rahatsız olmuş, olması doğaldır. Sinema-TV eleştirmenliği yapanları temsil etme iddiasındaki derneğe çeşitli nedenlerle uzağım ancak ödül törenini bahane ederek SİYAD’ı yerden yere vurmak doğru değil.
Derdim Hıncal Uluç’u savunmak değil, takip ettiğim ya da sempati duyduğum bir yazar değildir ancak insan bir şey yazarken ne yazdığını, nereye gideceğini bilmeli… Kalem ustası, yazarken kibrini saklayamazsa yüksek ama yıkması kolay surlar inşa ediyor. Tunca Arslan bunu daha önce de dernek üyesi olmayan yazarları “tescilsizler” (yetersizler demeye getiriyor) diyerek yapmıştı ancak kimin sinema yazıp kimin yazamayacağına karar verme hakkına sahip olduğunu düşünmekten geri duramıyor.
İddiasını şu temele dayandırıyor ve benim yazıda takıldığım yer tam da orası! Diyor ki;
“Şimdi siz “sinema eleştirisi” yapmaya kalkışıp da çok bilinen bu iki filmi ve çok iyi tanınan iki yönetmeni birbirine karıştırırsanız, af buyurun ama bu cehaletinizi de günlük gazetedeki köşenizde sergilerseniz, en hafif deyimle alay konusu olursunuz. Bir daha sinemanın s’ni, eleştirinin e’sini, gazeteciliğin g’sini ağzına almamanız gerekir. En iyisi, özür dileyip hatanızı dürüstçe kabul etmektir. Bunu da yapmamışsanız, yorganınızı başınıza çekip yatmaktan, bir süre ölü taklidi yapmaktan, kendinizi unutturmaya çalışmaktan başka çıkar yol yoktur. “
Görüldüğü gibi, Tunca Bey’in “sinema eleştirisi” yapanlar için keskin bir tarifi var, ona göre sinema yazanın neredeyse bir Şaolin rahibi kadar mükemmel bir stile ve bilgeliğe ulaşması gerekiyor. Evet, doğrusu da budur ancak elimde değil, aklıma hemen, onun başkanlığı döneminde cımbızla seçerek üye aldıkları dernekte yazan bazı ‘çok mühim’ kalemlerin yaptığı muhteşem hatalar geliyor.
İsim vermeyeceğim ancak biri, Seren Yüce’nin Çoğunluk filmine Cannes’da Altın Palmiye kazandırttı, diğeri Ingrid Bergman’la, Ingmar Bergman’ı aynı kişi sandı, öteki Örümcek Adam’ı süper güçleri olmayan tek kahraman ilan etti ve memleket hanesine Gotham City yazdı. O da yetmedi sadece bir hafta sonra kaleme aldığı yazısında, 1948 yılında, Nazilerin zulmü altında inleyen bir Almanya’dan bahsetti okurlarına… O yazılar yazdıkları gazetelerin internet sayfalarında değiştirilmemiş halleriyle halen durmakta…
Elbette ben de hatalar yaptım, bir filmin müziklerini yapan kişiyi yazarken Mark Isham yerine Philip Glass yazmıştım, çünkü o esnada kulaklığımdan onun Kundun için yaptığı muhteşem tınılar akıyordu. Ne kadar dikkat etsek de olur bazen ama kendimi hiç “Google’dan baktım, orada öyle yazınca…” şeklinde savunmadım. Sinema yazarlığı Google’dan bakarak yapılacak iş değil, Google bizden bakıyor yahu! Hoş, IMDB’deki kullanıcı yorumlarını çevirip eleştiri olarak yayınlayanları bile gördü ya bu gözler!
Konuya müdahil olmak istemezdim ancak babamın oğluyum; televizyonu açtığımda maça denk gelirsem, yenilen takımı tutarım. Bu sefer de öyle oldu. Kimsenin itibarını sarsmak, intikam almak vs. peşinde değilim ama göstermek istedim; hatasız kul olmadığı gibi sinema yazarı da olmuyor. Bu kadar böbürlenmeye gerek var mı?
Nisan, sinemayı yazanlar için mutlu bir ay, 34. İstanbul Film Festivali’nde görüşmek üzere…
Murat Tolga Şen – murattolga@gmail.com