Caner Erzincan ikinci filmi Yeni Dünya’da kendi Down Sendromlu kardeşini oynatarak bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. Down Sendromlu çocuklara “Melek Çocuklar” dendiğini hatırlatan yönetmen filmin gelirinin bir kısmını da Down Sendromlular derneğine verecek.
Caner Erzincan ilk filmi Mar ile birçok ödül kazandı. İkinci filmi Yeni Hayat ise onun hayatından çok önemli bir bölümü anlatıyor. Caner’in kardeşi Soner Down Sendromlu bir çocuk. Caner Erzincan köylerinde yaşarken Soner doğduğunda herşeyin değiştiğini söylüyor. İşte bu değişimin uyarlama hikayesi Yeni Dünya filminde yer alıyor. “Melek Çocuklar” denen Down Sendromlu çocukların hayata intibakları çok önemli. Ben bu röportaja kadar kişisel olarak hiç Down sendromlu bir çocukla tanışmadım. Röportajı yaptıktan sonra resimleri çekmek için sokağa çıktık, yönetmen Caner telefonu çaldığı için biraz arkada kaldı. Down Sendromlu Soner ile yürümeye başladık. İşte o an Soner benim elimi tuttu. Bunu o kadar masum ve teslimiyetle yaptı ki. İçimden ondan özür dilemek geldi. Ben sizi daha önce niye görmedim diye? Önemli bir filmin röportajı daha. İyi okumalar.
Bu senin ikinci filmin. Fakat bu film senin için çok kişisel öğeler barındırıyor. Bu senaryonun yapım başlangıcı nasıldı? Bu ne kadar zamanlık bir proje?
Mar’dan sonra tabi ikinci film, sizinle de konuştuğumuz gibi ikinci filmin daha temiz olması gerekiyor, kendini ispatlaman gerekiyor. Bu çok etkili oldu, Mar’da yaptığım bazı hatalar ve yapmak isteyip de yapamadığım bazı şeyler vardı. Bu filmde onların üzerine daha çok değmeye çalıştım. Eksiklerimi giderip bu filmi Mar’dan daha etkili bir biçimde yapmam gerektiğine inanarak yola çıktım. Hikayesine gelince, Soner kardeşim ve doğduğu günden beri hayatımızda. Soner doğuşu itibariyle farklı bir çocuktu. Biz bir köyde doğmuştuk ve o köyde tek farklı çocuk Soner’di. Soner’in doğumu bizim hayatlarımızı, benim de kardeşlerimin de ailemizin de hayatlarını değiştirdi bir noktada. Soner’le beraber birçok şeye daha farklı bakmaya çalışıyoruz. Ben çok sıkkın olduğum zamanlar Soner’in yanına giderim ve onun yanına gittiğim an tüm sıkıntılarım geçer. Soner varlığı ile beraber hayatımın için de bu filmin konusunu teşkil etti. Sonrasında hikaye zaten iki üç yıldır aklımda olan birşeydi. İki üç yıldır, kuruyordum, yaratıyordum, çözüyordum ve başka senaryolarla da aynı şekilde uğraşıyordum. En sonunda, geçen yılın başında ben bu filmi yapmalıyım artık dedim. Ve kalemi elime alıp yazmaya başladım. O kurduğum hikayeyi senaryolaştırmaya başladım. Geçen Nisan’da da bir anlamda start dedik, çekimlerine başladık.
Bu kadar mücadele gerektiren bir filmi çekmek çok da kolay bir şey değil. Çok önemli bir dramatik yapı kurman gerekiyor. Burada nasıl bir denge tutturdun?
Tabi ki de dezavantajdı. sonuçta çok zor bir hikayeye giriyorsunuz. Hikayenin içinde Down Sendromlu bir çocuk var. Down Sendromlu bir çocuğa normal bir oyuncu gibi hadi kalk şunu oynayacaksın, bunu oynayacaksın yok karakterin psikolojik durumu falan filan gibi bir şey anlatamazsınız. Ve karşınızda sizi yalnızca fiziken anlayan, duygunuzu duygusal yollarla anlayabilen birisi var. O anlamda çok zordu ve sete başlayana kadar benim için hep şöyle bir şey oluyordu, acaba bu sahneyi iyi yapabilecek mi? Günlük hayatta yapıyor ama acaba o setin içerisinde, o atmosferin içerisinde yapabilecek mi? Bunlar tabi ki böyle bir film hazırlarken sizin için bir dezavantaj. Avantaja döndüğü yer şurada başlıyor, Soner geldi sete ve o kadar güzel bir ilişki kurdu ki oyuncularla da diğer ekiple de, Soner oyuncu oldu bir anda. Şaşırdım yani, bu benim kardeşim mi diye. Erkan Abiye (Erkan Petekkaya) baba diyor, Şükran’a (Şükran Ovalı) anne diyor. Sette herkesin bir ismi var. Kendince isimler koydu herkese ve onlarla kendisine yeni bir dünya yarattı. Bu dünyayı da filme yansıttı. Şimdi hala da Erkan’a baba diyor yani. O anlamda avantaja döndüğü noktalar da tabi ki de sette başladı. Ama her ne olursa olsun Soner’in psikolojik durumu filmde bazı şeyleri kısıtlamamıza neden oluyordu çünkü çok duygusal bir çocuk. Bu oyuncularla kurduğu duygusal bağ tüm oyununa da yansıyordu. Filmin hikayesi biraz ağır bir hikayeydi, kentsel dönüşümün içinde yok olan bir ailenin hayatı. O yok oluşlarına Soner’de bir şekilde tanık oluyordu ve onlardan da etkileniyordu. Onlardan da psikolojisini uzakta tutmamız gerekiyordu. Yani böyle bir çatışma içerisinde geçti çekimler. O anlamda biraz dezavantajla başladık, kısmen avantajları da vardı. Öyle zorlu bir süreçle bitti film.
Filmde zaten Down Sendromlu bir çocuğun hayata tutunma çabaları veya toplumun onu kabul edişi değil bir de aslında paralel olarak köyden kente gelen ve aslında kentin acılarının içinde var olmaya çalışan bir aile de var. Aslında bu hikaye çok dışarıdan baktığın zaman biraz da paralel bir hikaye. Bu senaryoyu hazırlarken bunu bu şekilde kurgulamışsın diye düşünüyorum.
Evet, yani şöyle bir şey, Soner’e veya Down sendromlu çocuklara öncelikle bir toplum içerisinde farkındalık yaratmayı hedefliyorum. Ama ne yazık ki yaşadığımız son dönemde gördüğümüz bazı olaylar var. İnsan artık varlığının sebebini sorgulamaz hale geldi. İnsanlar artık varoluşunu sadece bir hayvandan öte yaşanır hale getirdi. Bir hayvandan farklı olarak bizim zekamız var. Bu zeka ile de insanlar her zaman kötülük yapıyor. Bu kötülüklerin içinde bu kadar tertemiz çocukların, Down sendromlu çocuklar biliyorsunuz melekler olarak adlandırılır, bu kadar melek çocukların farkındalığını sağlamak bizim asıl amacımızdı. Tabi ki toplumun yaşadığı göç olugusu da değişti. Eskiden göçler köyden kente iken artık kentin merkezindeki insanlar zorla dışarılara atılıyor. Kentin merkezi artık yeni sermayenin merkezine dönüşüyor. E burada da başka bir dram yaşanıyor. Onların dramına da biraz tanıklık ettim. Hikaye o anlamda Soner ile Down sendromlulara farkındalık yaratırken normal bireylerin de bu sistemin karşısında nasıl ezildiklerini de göstermek istedim. Çünkü insan kendi varlığını bir kere sorgulamaya başlamalı ki tüm hayatı sorgulayabilsin.
Mar’da bu filmde izleyicinin ilgisini çekmek için riskli yapımlar. Bu işin nasıl altından kalkıyorsun? Bu iş ne kadar böyle devam edecek?
Abi sen bu işi benden daha iyi biliyorsun sonuçta bu kadar süredir Türk sinemasını gözlemlemişliğin incelemişliğin var. Bence Türk sineması korkuya, komediye, bir furyaya eşlik ediyor. Tıpkı Yeşilçam Sineması gibi. Benim korkum şu yönde, izleyiciyi artık bu furyadan bıktırıp 90lı yıllara dönmemizden korkuyorum. Tekrar sinema yapamaz hale gelmekten, çünkü izleyici nasıl televizyondan bıktıysa, hep aynı şeyleri görüp, hep aynı dizileri görüp, şimdi diziler nasıl teker teker iki üç bölümde kalkıyorsa, sinema filmlerine de öyle olacağını düşünüyorum. Bur furya da bittiği zaman, o zaman, sinema televizyon gibi değil. Kendisini yenilemesi, yeni izleyici kitleleri yaratması o kadar kolay bir durum değil. Bu anlamıyla ben yaptığım işi doğru iş olarak görüyorum. Benim derdim insanlara bir sorun anlatmak, yaşadığımız dünyayı anlatmak, yaşadığımız sistemin sıkıntılarını anlatmak, kapitalizmin artık köy taşra her bucakta olduğunu ve bunun insanları nasıl birbirinden kopardığını, ne hale getirdiğini anlatmaya çalışıyorum. Bu anlamıyla tabi ki zor oluyor. İşte gittiğiniz zaman, yapımcı ile görüştüğünüz zaman duyarlı insanlar bulmak çok zor. Dağıtımcı ile aynı kaos. Bu sistemin birşekilde düzelmesi gerekiyor. Ama buna rağmen de iyi insanlar var. Bu derde, bu duruşa saygı duyan insanlar da var. Başta Can (Ahmet Can Gürakın) diye bir yapımcımız var ve bu adam bu filme her anlamda destek verdi. Ben bu işin gelirinden bir kısmını Down sendromlulara da vereceğim dedi. Bu işle ilgili ben hiçbir kaygı beslemiyorum dedi. Ve siz de böyle insanlarla bu yola çıkıyorsunuz. Erkan, “Ben bu işte varım ve elimden gelenin en iyisini yaparak oynayacağım” dedi. Hatta beni sorguladı, “Sen elinden gelenin en iyisiyle bu filmi çekecek misin?” diye. Ve tabi ki çekeceğim, kendi hikayem dedim. Şükran gibi birçok Mar’da beraber çalıştığım oyuncularla tekrar çalıştım. Böyle duyarlı insanlar olunca işte, iş kolaylaşıyor. Ama ticari açıdan baktığımız zaman zor tabi bağımsız filmler.
Kaç kopya girecek?
Şuan belli değil fakat düşündüğümüz kopya sayısı yetmiş ila yüz arasında birşey.
Şimdi şunu da söyledin o da çok önemli, filmin gişesinin bir kısmı Down sendromlulara gidecek. İnsanların bunu bilmesi gerekiyor. Topluma, izleyiciye bunun farkındalığına sahip olmak ile ilgili ne söyleyebilirsin? Sen sonuçta Soner’in abisisin, senin de bir beklentin olması gerekiyor toplumdan.
Bu çocuklar biraz önce de söylediğim gibi melek. Bu insanların kimseye zararı yok. Bu insanların size verebileceği en büyük zarar, hani kılınızı çekince ufak bir acı olur ya, bu çocukların size hayatınızda verebileceği en büyük zarar odur. Onun dışında size bir zarar veremez. Bu çocuklar toplum ile adapte olmaya çalışıyorlar. Soner’in en büyük sıkıntısı şuydu, derdini anlatamıyordu. Biz derdini dinlemediğimiz zaman Soner aksi birşey yapıyordu. Biz onların derdini dinlersek, biz onlarla kendimiz gibi konuşursak, zaten bu çocukların toplum içerisinde bize çok öğreteceği şey var. Topluma öğretecekleri o kadar çok şey var ki, insanlığı topluma yeniden öğretecekler. Bu anlamda toplumunda onları biraz görmesi ve duyması gerekiyor. Eğer bunu başarırlarsa insanlık adına çok şey öğreneceğiz onlardan.
Soner senin söylemek istediğin birşey var mı?
Soner Erzincanlı: Yok.
Peki film çekimleri nasıldı? Zorlandın mı hiç?
Soner Erzincanlı: İyiydi, iyiydi.
Peki benim sana sormadığım fakat senin filmle ilgili söylemek istediğin birşey var mı Caner?
Filmle ilgili söylenebilecek olan çokta bir şey yok. Sadece, biz elimizden geleni yaptık. Bana kalırsa güzel de bir film çıktı ortaya. İnsanlar destek olsunlar yani, bu çocuklar için destek olsunlar. Bunu istiyorum.