İki Gün Bir Gece’yi kimileri için fazla iddialı olabilir ama ilgiyle izledim. Dardenne Kardeşlerin filmlerinin misyonu olduğunu ve bunun da seyirciyi fazlasıyla tatmin ettiğini söylemek mümkün.
Filmi izlerken kardeşlerin 1999 yapımı Rosetta filmine aklımız gitti elbette, hatta Rosetta’nın daha güçlü ve sert bir anlatım dili olduğunu düşünebiliriz. (Hatta bir kez daha izledim yazıyı yazarken ve Sandra’nın kocasını oynayan Fabrizio Rongione’nun Rosetta’daki Riquet olduğunu fark ettim, oradan bile bağ kurmak istemiş yönetmenler. Rosetta’nın daha sakinleşmiş hali olarak ele alabiliriz Sandra’yı) ) Orada da işini sahiplenen, korumaya odaklı bir kızın hayatı ekseninden bakmıştık refah toplumu ve onun karşılığına. Burada ise Sandra üzerinden kapitalizmin herkesi çaresiz bırakan akışkanlığına odaklanıyoruz. Karşımızda gayet somut, ayakları yere basan ve kıyasıya bir hale dönüşen iş çabası var. Çok içimizden çok gündelik. Bir film bu kadar içimizden, hatta bu kadar tekrarlı diye bence eleştirmek yerine bizi taşıdığı noktalara bakmak lazım.
Sandra son aylardaki verimsizliğiyle acımasız iş koşullarının çarklarına arasına girmiş bir kadın. Şirketin kısıntıya gitme aşamasında gözden çıkaracağı en güçlü aday. Topun ağzında öğrendiği anda itibaren de tüm iş arkadaşlarını tek tek ikna etme yoluna gidiyor. Arkadaşlarının bu kadar kafasının karışık olmasının nedeni ise şirketin onlara yapacağı ödenek. Yani ya onlara ilaç gibi gelecek bir miktar parayı seçecek ya da arkadaşlarının işte ayrılmasına engel olacaklardır. Film zorluğun ortasına Sandra’yı yerleştirmiş gibi dursa da asıl zorluk iki arada bi derede kalan arkadaşlarında aslında. Film neredeyse sonuna kadar bu çatışma üzerinden gidiyor. Sandra tek tek telefonla ve yüz yüze iş arkadaşlarını ikna etmeye çalışıyor işte kalması için. Ama bu hiç kolay değil. İzleyiciye de değişik bir karar mekanizması yaşattırıyor bu anlamda film. Herkesin kararı üzerinden Sandra’nın durumunu, kapitalizmin kapsadığı çerçeveyi ve bir kez daha kendi kararınızı gözden geçiriyorsunuz. Kimseye kızmadan, yargılamadan ama bir yandan da tam tersini yapacak kıvama gelebilme ihtimalini bir köşede tutarak izlettiriyor film kendisini. Kapitalizm her kapının ardından daha vahşi ve eğlenerek el sallıyor adeta bize! Ve herkesin hikayesine ayrı bir kulp buluyor!
Film buna rağmen çok yalın, kamera sadece bir takipçi gibi davranıyor. Fazla midahil olmadan vereceklerini vermeye çalışan biri gibi. Bu arada Sandra’nın arasının kötü olduğunu öğrendiğimiz sevgilisinin aslında destekmiş gibi duran baskı mekanizmasını da sorgulamak lazım. İşi kaybetmesinin duygusal değil de maddi boyutuyla ilgilenen tavrı gerçekten de iticiydi. Sandra’nın çabası ise takdire şayan. Daha çok erkek izleyicilerin yorumlarında gördüm. Marion Cotillard’ın bu çabalayan, yorgun ve bakımsız hali onları bir hayli üzmüşe benziyor. Karakterden çok Cotillard’ın hali onları üzmüş, tamam sevdiğiniz aktris, güzel bir kadın ama bu kadar duygusal yaklaşmak biraz ilginç geldi. Hakkını arayan, atletik, enerjik bir kadını hakkını vererek oynamış işte, daha çok sevmek lazım gelmez mi?
Filmi bir hak arama çabası, modern dünyanın getirdiği yalnızlaştırma ve bencilleştirme aşamalarını çok iyi bir yerden veriyor, kafalarda soru işareti, yargılama, algılama hali bırakıyor ve o yüzden de başarılı bir film İki Gün Bir Gece…