Mezun olacağı Boğaziçi İşletme Bölümü’nden kalacak iş alanına reddi miras yaparak bu bitişi takip eden döneme İngiltere Warwick Üniversitesi-Sinema ve Kültürel Çalışmalar Bölümü’nde yapacağı yüksek lisansı ekleyen Derviş Zaim, Hisar’daki öğrenim hayatının kapısından Mahsun Süpertitiz’in eskizleriyle çıkar.
İlk filmi Tabutta Rövaşata’ya (1996) kadar olan dönümüne Kamerayı As isimli 10 dakikalık kısa metraj bir film ,TV yazarlığı ve yönetmenliği sığdıran Zaim için, Ares Harikalar Diyarı romanına, 1992’de Yunus Nadi ödüllerinden açılan parantezle ‘yazmak’, bütünüyle ikinci bir eylem olarak kümenin içindedir. Edebiyat ve senaryo yazarlığı ilişkisinde karşılıklı olarak her ikisinin de birbirini beslediğini, film çekmek ve yazmanın vazgeçilmez uğraşları olduğunu, sinema yapamayacak duruma gelip fiziksel gücünün tükendiği yerde yazmaya yeniden devam edeceğini belirten yönetmen, senaryolarını çok hikayeli, çok katmanlı bir dokuda oluşturur…yönetmene göre film çekmenin en zevkli tarafı senaryo yazmak ve mekan aramaktır. Yüzleşme, politik çürüme, kimlik ve aidiyet tanımlamaları, insan ve toplum aczi ile beraberindeki hastalıkları ve tarihten geleni temel alırken oldukça cömert bir şekilde geri verir. Destansı bir tarih kurgusuyla ‘aziz geçmiş’ övgüsünde bulunmazken dünsüz, nihilist bir söylemi de reddeder. Ülkesinde bugün ne yaşandığı ve bununla ilgili ne söyleyebileceği, Kıbrıs doğumlu olan yönetmenin kişisel tarihinde kırılan ve kaynamayan bir parçadır, kalabalığına uzatması zaruridir. 8 uzun metraj filmin, bugüne dünle birlikte bakarak neden-sonuç ilişkisi içinde bir sorgulamayı uzatan yapısında, tematik ortaklıklar ve otantizm sabitken Zaim, her filmini ayrı bir sinema diliyle kurarak,kendi dönemlerini oluşturur. Geleneğin estetiği üzerinden yürüttüğü bağla, benzer dolaşmalardan tamamen farklı, özgün ve titiz bir yapıda oluşturduğu sinemasında, ayrıksılığı belirginleştirir. Metaforik ve ironik anlatıyı geleneksel sanatlarla sentezlerken mekanikleşme ve oryantalizme kayma ihtimalini her filminde gelenekten yararlanma biçimini değiştirerek uzağında tutmayı başarır. Yönetmene göre; dışsal kaygılar nedeniyle bu gibi riskleri ön planda tutup yapılmak istenen işten vazgeçilmesi yoksullaşmayı getirir. Zaim, tamamını kendi kaleme aldığı senaryolarını, filmin mekanı netleşene kadar tamamlanmamış kabul ederek, sinemasında ikincil önem verdiği biçim-içerik dengesinin kuramsaldan tatbike geçişinde kusursuzdur..Ağırlıklı dış mekan kullanımı hemen hemen her filminde göze çarpan yönetmenin sinema dilindeki karakteristik diğer bir olgu da görselliğin gücüne dayanır. Mekanların ve kullanılan tüm simgelerin renklerini hikayeyle bağladığı kuşak, gökten bir yağmur önce gelmedir. Görsel olanın incelikle işlenen kullanımı, seyirde istikrarlı bir ziyafet kurar. Oyuncu merkezli filmler yapmamasına karşın profesyonel, tiyatro kökenli bir cast seçimine öncelik verdiği, sade hikayelerinin ihtişamlı örgüsüne gerçekçi oyunculuğu katmak istediği izlenir. Ana karakterler, erkek ağırlıklı, kadınların merkezde olmadığı bir dağılımda verilmesine karşın, kadınlar tüm filmlerinde hayatın her alanında aktif olarak yer alan, gücün ve umudun temsili olarak karşımıza çıkar. Umut, hepimizin eriyik asiti olarak günümüzde müzik gibidir, dilimizde ama sesimiz hep kötüdür. Yönetmen umutu haritaya çizer, çizdiği haritaları dans ettirir.İyi bir dans için ,kimsenin yüzünde sınır çizgisi kalmamacasına müzik yerleştirirken vurulan her yaylı, alt yazı seçiminde tek başına yeterli gelir. Baba Zula’yla tavus kuşu figanından yaptığı açılış, Serdar Ateşer, Rahman Altın, Marios Takoushis gibi müzisyenlere hatta Cenneti Beklerken(2006) filminde kendisini de dahil ettiği bir çeşitliliğe uzanır. Globalizmin yarattığı birörnekleşmeye karşı duran bir sinema yapmak için iki yol olduğunu ileri süren yönetmene göre; bu yollardan biri biçimle oynamak, diğeri ise sadeleşmektir. Altyazı Dergisi’nde (Kasım-Aralık’08) iki bölüm halinde yayınlanan öneri niteliğindeki makalesinde 90’lı yıllarda ortaya çıkan ‘Yeni Türk Sineması, Genç Türk Sineması, Bağımsız Sinemacılar’ kavramları yerine ‘Alüvyonik Sinema’ kullanımını daha uygun bulduğunu ileri sürer. Zaim için, bu yıllarda beliren yönetmenler bir alüvyonun kollarıymışcasına bağımsız ama birbirlerine de koşutturlar… bazen birleşip, bazen ayrılmayı her birinin dinamiği,biçimselliği ve tarzı özetler. Hisar’da alüvyonun bir kolunun döşenmeye başladığı yıllar, gerçekte Dursun adlı bir karekteri yönetmenin zihninden alıp Yeni Türkiye Sineması’nın evrimi olarak Tabutta Rövaşata(1996) filmiyle seyircisini, elinde hayatta kalma çabası dışında bir şeyi olmayan, yoksulluğu-yersizliği itaatsizliğe mecbur, kentin ortasında bırakılmış, beklenmeyecek ölçüde sevgi dolu, vefalı, sesinin yarısını içinde bırakan bir antikahramanın hayatına,ilk uzun metraj filmine taşır. Araba çalıp geceyi şehri turlayarak geçirmesi ve kamulaştırdığı aracı bir tünel sonrası temizleyerek geri bırakması sadece barınacak yer ihtiyacını karşılama gereksiniminden değil, dışlandıkça, ne yapsa olmadıkça itiraz ettiği sistemi üstünden kaldırma isteğindendir. Saflık-statü çatışması, bu karşıtlığın incelikle inşa edilen görsel atmosferi, hayatı sineye çekmiş Mahsun’un(Ahmet Uğurlu) toplum düzeninde mahkum bırakılmasına meydan okuyan ve tekrarlayan hayatı üzerine kurulan film, ideal olan her türlü kalıplara karşıdan bakarak 90 sonrası sinemanın bildirgesi niteliğindedir. Mahsun’un sormaya devam ettiği çıkma ekmek satışları ise sosis reklamlarıyla birlikte olağanca hızıyla sürmektedir. 33.Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erken Oyuncu ,En İyi Kurgu ödüllerinin yanı sıra, ekibinin yılı 8 ödülle kapatmasını sağlayan yapım, toplam 22 festivalde gösterime girmiş ve yılın en çok sevilen/ tartışılan filmi olmuştur. 2000 yılında Altın Portakal, Siyad, Altın Lale gibi çok sayıda festivalden ödüllerle ayrılacak olan bir kesişimi getiren yönetmen, Filler ve Çimen’le, devlet-mafya-kontrgerilla-yeraltı örgütler ve politik olmayan basit bir hayatın temsilindeki bir ailenin rastlantısal ilişkisini, Susurluk olayı üzerinden bir kurmacayı perdesine aktararak bu konuda yapılmış ilk ve tek film olma özelliğini gösterir. Siyasal anlamda karşılığı olmasına karşın kurmaca ağırlıklı ,devletteki yozlaşma ve bu sürecin alt tabakaya yansıması alanında dönen film, Sanem Çelik ve Ali Sürmeli’nin baş oyunculuğunda ikinci yapıt olarak bambaşka bir devamın arzı endamıdır. Güneydoğu’da sakatlanan kardeşine bakan milli atlet Havva’nın(Sanem Çelik), gündelik hayatına sıçrayan kaotik tanıklığını ebru sanatından atılan darbelerle birleştiren yönetmen, bu film itibariyle geleneksel sanatların yakınına geçmiştir. Üç yıl sonra Kıbrıs Rum kesimi ve İtalya ortak yapımı, Çamur’da, hastalık olgusundan Kıbrıs sorununa yönelirken, mitolojik bir figürü temel aldığı kurgusu, boşluk bırakmayan anlatımı ve çizili rotasıyla hazırladığı parçaları yerine koyulmak üzere seyircisine sunar. Müziğin sesini biraz kısıp sürrealist ve simgesel anlatıyı arttırdığı filmin ana karekteri Mustafa Uğurlu’nun(Ali) sessizliğin üzerinden büyüyen oyunculuğu ayakta bırakır.2006 yılında, Türk Sinema Tarihi’nde ilk defa anlatım biçiminin bu denli öne çıktığı bir formda, Cenneti Beklerken ile 17.yy’da nakkaş olan Eflatun Efendi’nin din ve iktidarın buyrukları arasında sıkışıp kalan hikayesini perdeye aktarır usta yönetmen. Başrollerini Serhat Tutumluer ve Melisa Sözen’in paylaştığı film, gerçekle rüya arasında bir fark olmadığını minyatür üzerinden anlatır.Doğu-Batı resmetme biçimleri, ayna-suret,gerçek-rüya,hayat-ölüm gibi karşıtlıkları başarıyla çatıştırarak seyirciyle bakıştırır.Yazım aşaması 2 yıl kadar süren senaryonun ön çalışması için bu alanda birçok akademisyen,uzman ve Hilmi Yavuz gibi önemli danışmanlardan destek alan yönetmen, çekimlerin öncesinde ekibiyle de ne yapmak istediğini tam olarak açıklayan bir metin paylaşır. Film, 21.yy’daki gündemimizde de(!) hala sıcak bir konu olan sanatçı ve bireyin iktidarla olan ilişkisi, iktidarın ve gücün nasıl kullanıldığı üzerine temellendirilir..2006 Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Görsel Efekt ödülüyle ayrılan film, görsel zenginliği, estetiği ve üç boyutlu anlatımıyla Türk Sineması için önemli bir denemedir. İki yıl sonra başka bir geleneksel sanat, gök ve yeri birleştirmenin sırrıyla gelir yönetmenin sayfasına. Ortaçağda yaşamış bir hattatın gerçek hikayesinden yola çıkarak ve yıllar once Konya’da el yazması bir Kuran’ın çalınmasından esinlenerek oluşturduğu Nokta’da(2006), estetik ve tasavvufun birleşimini, biçim-içeriğin daha dengede dağıldığı bir formda izleriz. Genç bir hattat olan Ahmet’in (Mehmet Ali Nuroğlu), geçmişte istemeden dahil olduğu bir olayın ve ıstıraba dönüşen yüzleşmesinin suç ve ceza düzlemindeki hikayesidir. Diğer filmlerindeki iktidar-birey izleğinin bu kez Tanrı-İnsan sürümüyle bezenen kurgusu, hat sanatının ihcam(bir defada elini kaldırmadan yazma) tekniğini tek mekan-tek plan bir çekime dönüştürerek Zaim’in sinemasına uyarlanır.12 günde, 12 ayrı planda çekilen film, mevcut kurguda anlaşılmayacak biçimde birleştirilerek Tuz Gölü’nün beyazındaki finaliyle, o noktanın nasıl koyulduğunu ustalıkla verir.2010 yılında Zaim’in dünle bugünü birleştirme/kesiştirme ritüeli bu kez farklı bir geçmişe tabiidir. Tamamlayabilmek için 14 yıl beklediği bu filmin imzasını gölgeye atacak Kıbrıs’lı yönetmen, sureti akıldan çıkmayacak bir trajediyi milimetrik bir sağduyuyla tartacaktır. 1963 yılı Kıbrıs’ının Türkler ve Rumlar’a biçtiği dar açı, ilk bölünmenin haberini Büyükkonuk köyüne salar. Köylerini boşaltmak zorundan kalan gölge oyunu icracı baba ve genç kızı Ruhsar’ın başka köyde devam eden(!) hikayesi, başarılı oyuncu seçimi, görüntü yönetimideki ustalık ve büyüleyici kapanışıyla, Geleneksel Türk Sanatları’ndan bu kez gölge oyununun içinden geçer. Üçlemenin sonuncu filmi Gölgeler ve Suretler, 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Kurgu ve SİYAD Ödüllerini beraberinde getirmiştir. Gelenekten yararlanma biçimini değiştirdiği, başka bir döneme geçiş haberi, 2012 ‘de Bursa/Hasanpaşa köyünde tamamladığı Gezi direnişinin başladığı gün vizyona giren Devir filminden gelir.İnsanoğlunun belki de birlik içinde olduğu tek eylem olarak doğayı yok etme eğilimi, infazında tereddüt etmediği çevre duyarlılığı, bereket yağmuru(!) için kolları sıvayan iştaha yukarıda unuttuğu kara bulutun geri dönüşü, emek-değer teorisi temelindeki çatısıyla Devir’de(2012) bir çobanın kırmızı kayasından, bu yıl vizyona giren Balık’ta(2014) bir balıkçının ağından perdeye akar. En son üçlemenin sonuncu filmi ve yönetmenin bir sonraki uğrağının seyirciyi nasıl bir sinema ziyafetine tanık edeceği merak unsuruyken, bu yazı yönetmeni büyüteç almak anlamında özetten düşülen notlar gibi düşünülebilir. Zira sinemasının dayandığı felsefi,psikanalitik ve sosyolojik kuramlar ve estetiği yadırganmaksızın yedirdiği biçimsel üslubu açısından zengin katmanlı ve birden fazla okumaya olanak tanıyan Derviş Zaim yönetimi, ancak geniş bir perspektifte tam anlamıyla yerini bulabilecek bir inceleme konusudur. Alüvyonik sinema varsayımı işletildiğinde yarattığı değer evrensel,kendisine ait kolların fazlalığıysa gözler önündedir.
*Aslıhan Doğan Topçu, Derviş Zaim Sineması, Küre Yayınları,2010
Didem PEKER BAŞARAN