Son zamanların en cesur belgesellerinden birini anlatan Veysel Akşahin bu ayki Uzun Filmin Kısası bölümünde konuğum. Trans bir bireyin yalnız kaldıktan ve türlü zorluklardan geçtikten sonra kendi memleketine dönmesini ve yöre halkına kendini kabul ettirmesini konu alıyor. Güçlü bir anlatım tekniği ve belgeselin yapıtaşlarını doğru kullanımıyla hemen seyirciyi avcuna alan “Hala” birçok festivalde de ödül kazanmıştı.
- Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Ben Adana’lıyım. Eğitim hayatım Kayseri’de geçti. İşçi bir ailenin çocuğuyum. Lise yıllarımda hep pilot olmak istemiştim ama matematik ağır gelince dedim ki kendi kendime bu iş sana göre değil. Sonra sinemayla olan bağım biranda artmaya başladı. Lisede bölümüm sosyal bilimler olunca fazla dersleri de önemsemedim açıkçası. Fotoğrafla, sinemayla yoğun bir şekilde uğraşmaya başladım. İnternet üzerinden Hollywood sinemasının kamera arkalarını bulup bulup izlemeye başladım. İlgimi çekiyordu yaptıkları şeyler. Sonra tabi üniversiteyi kazandım. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema ve Televizyon bölümünü. Orada sevdiğim işi yapmaya devam ettim. Bir yandan fakültenin kanalı Kampus Tv’de çalışırken bir yandan da üst sınıfların film projelerinde kameraman olarak yer aldım. İlerleyen zamanlarda kanalın kameraman ekip şefi oldum. Bir yandan da film izlemeyi epeyce artırdım. Çünkü sinemayı bilmeden çekilen bir film ne kadar sinemadır tartışılır. Dört yıl boyunca birçok kısa filmde kameraman ve görüntü yönetmenliği görevini üstlendim. Lisans eğitimim sırasında beş belgesel film çektim. Bu dört filmde de kameraman ve görüntü yönetmeniydim. Ardından senaryosunu yazdığım bir belgesel film daha çektim. Onun da adı “HALA” oldu. Yönetmenliğini yaptığım ilk film bu oldu. Filmi çektikten sonra 2012 yılında sinema ve televizyon alanında aynı üniversitede yüksek lisans yaptım. Hala uzatmalı bir master öğrencisiyim. Şuan tez yazmakla uğraşıyorum. DSLR makinalar hakkında uzmanlık derecesinde bilgim vardır. Ayrıca 6 yıldır profesyonel anlamda jimmy jip operatörlüğü yapıyorum.
- Senin için belgeselintanımı nedir?
Şuanda master tezim de belgesel sinema üzerine. Bunun için bu konu üzerine çok şey söyleyebilirim aslında ama kuramsal çerçeve içerisinde yapılacak bir tanımlama sıkıcı olur diye düşünüyorum. Bir belgeselci olarak açıklayayım. Öncelikle buradaki tanımlamayı belgesel yerine belgesel sinema olarak alırsak; belgesel sinema, sinemanın bir alt dalıdır. Yani bir sanattır. Gelişigüzel yapılmaması gereken, bir derdi olan, sanatsal anlatı öğelerini içerisinde barındıran, sadece gerçekle olan bağıyla dikkati çekmeyip, sinemasal anlatı öğelerini de barındırması gereken, belgesel film yönetmeninin; filmin içerisinde izlerini bulduğumuz, sinemasal anlatı biçimlerini kullanarak gerçeği aktaran sinemaya ben belgesel sinema diyorum.
Belgesel sinema zor bir alan. İkna kabiliyetinizin kuvvetli olması sizi ön plana çıkartabiliyor. Tepeden bir bakışla yapacağınız bir belgesel film, havada kalan helyum balonu gibidir. Birazcık sıkışırsa patlaması muhtemeldir. Bunun için samimiyet çok önemli. Konunuzun içerisinde yer vereceğiniz karakterlere samimi yaklaşmanız gerekiyor, ben sanatçıyım ben yönetmenim havalarına girilirse emin olun bu iş hüsranla sonuçlanabiliyor. Karakterlerinizin hayatlarına girmeniz gerekiyor bunun da ancak ve ancak samimiyet ve şeffaflıkla çözülebileceğine inanıyorum. Bunlar karşı tarafa aktarılabildiği sürece filminizin niteliği de artabiliyor.
- Kısafilmi bir araç olarak mı görüyorsun? Yoksa söz gelişi bir 10 yıl sonra da, kısa filmler, belgeseller çekeceğim diyor musun?
Şimdi bu konu, kısa film yapan çevreler arasında hep tartışıla gelen bir olgu. Genellikle yönetmenler neden öncelikle sinemayla olan başlangıcını kısa film ile yapıyor? Gibi bir soruyla yola çıkarsak konuyu daha iyi açıklayacağıma inanıyorum. Bunun aslında bana göre yanlış ama yinede saygı duyduğum bir cevabı var. İlk filmlerini çekecek yönetmen adayları kısa filmi bir deneme tahtası olarak görür. Orada kendini tanır. Sinemayı nasıl yapacağına dair rehberi kısa film çekerken ki tecrübeleri olur. Tabi burada kısa filmin tercih edilmesinin en büyük nedenlerinden biri de ekonomik nedenlerdir. Küçük rakamlarla yapabilirsiniz kısa filmi. Öyle dev prodüksiyonlar istemez kısa film, hatalarıyla da kabul görür bir yerde. Özellikle bizim ülkemizde. Genellikle zaten kısa film öğrenci projelerine verilen bir isim gibi durur Türkiye’de. Yurt dışında tabiî ki de kısa film bir sektördür ve saygı duyulan bir alandır. Oralarda profesyonel insanlarda yapmaktadır kısa filmi. Biraz bizim ülkemizde dikkate alınan bir alan değil onun için kısa film. Hatta sorulur; uzun metraja ne zaman geçeceksin diye kısa film yapan yönetmenlere. Kısa film yönetmenlerini şartlar zorluyor biraz uzun metraja. Bunu da hem sinema severler hem de sinema sektörü yapıyor. Düşünsenize filminizi festivallere gönderiyorsunuz finale kalıp gösterim elde ediyor. Filminiz, berbat bir projeksiyonda berbat bir ses sistemiyle izleyiciye gösteriliyor. Zaten kısıtlı imkanlarla çekilen bu filmlere ayıp edilmiyor mu sizce. Sonuçta ortada bir emek var ise biraz saygı duyulması gerektiğine inanıyorum. İşte uzun metrajın bunun gibi sorunları yok. Gayet kaliteli sinema salonlarında gösteriliyorlar. Yönetmenleri ilgi alaka görüyor. Otellerin en iyisinde ağırlanıp bey diye hitap ediliyor. Bize ise dış kapının dış mandalı olmak kalıyor.
Ancak sorunlar her ne kadar bol olsa da; sırf popülerlik uğruna, ego tatminleri için, uzun uzadıya, sündürüldükçe laçkası çıkan filmler yerine; kısa ve kendi içerisinde sinemasal anlatı dinamiklerini barındıran kısa filmler yapmaya ve yapanları elimden geldiğince desteklemeye çalışacağım. Ancak bir gün elime imkanlar geçer, bir uzun metraj film çekerim bu mümkün olabilir. Ama bu benim kısa film yapmayacağım anlamına gelmez. Uzun metraja saygı duyuluyor ise kısa filme ve kısa film yönetmenlerine de saygı duyulmalı. Kısa olması bir filmin değerini düşürmez, niteliğini artırır. Ben kesinlikle kısa filmi bir geçiş tahtası olarak görmüyorum. Kısa filmi, izlenmeye değer, ciddi sinema anlatıları olarak görüyorum. Uzun metraja geçiş bir tercih meselesidir. Profesyonelliğe geçişin, uzun metraj film çekmekle ile ilgili olduğunu düşünmüyorum.
- Hala’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
“HALA” karakterine, internette haber portallarında gezinirken rastladım. Uzunca bir röportaj yapılmıştı HALA ile. Haber başlığının altında da kocaman bir fotoğraf kullanmışlardı. Şalvarıyla, eşarbıyla koltuğun üzerine uzanmış poz vermişti HALA. Mekanın bir köy olması ve ülkemizdeki trans bireylere bakışı düşününce anlatılması gereken bir hikaye olduğunu ve izleyicilerin dikkatini çekeceğini düşündüm. Ki öylede oldu. Filmin taslağını, çektiğimiz bütün filmlerin danışmanı olan Öğr. Gör. Özcan Gürbüz’e götürdüm. Üzerine tartıştık konuştuk ve ekibimle gidip “HALA” ile tanıştım ve sekiz günlük bir çalışma ile filmin çekimlerini tamamladık. Tabi bunun öncesi yaklaşık 2 aylık bir ön çalışma ve senaryo taslağı oluşturma süresi oldu. Nereden ve nasıl başlayacağım konusunda hep tereddütlerim vardı. Sonra tabi “HALA” ile tanışınca bu konuyu nasıl inceleyeceğim tam anlamıyla berraklaştı kafamda. Zaten önceden de bahsettiğim gibi samimiyet ve şeffaflık tam anlamıyla sağlandıysa gerisi kendiliğinden geliyor.
HALA, köy hayatını fazlasıyla benimsemiş birisi. Kendisi bize hayatını anlatırken şöyle bir ifade kullanmıştı. Buradan şehir merkezine gidince hemen köyümü, evimi özlüyorum, ağlamak geliyor içimden demişti. Köyünü çok seven bir insan. Belki de sadece orada değer gördüğü içindir! Zorlukla kendini kabul ettirdiği köyde aslında kabulünün sebebinin en büyük nedeni o köyde doğmuş olmasıydı. O köyde doğmamış olsa idi kabul görüp görmeyeceği tartışılırdı. Ama yinede köylünün ona sahip çıkması bu konudaki önyargıların kırılması için bir neden olabilir. HALA, kendi geçimini kendi sağlayan bir trans birey. Köylüye yaptığı iyiliklerle, yardımlarla kendisini kabul ettirmiş birisi. Hayatından memnun gibi dursa da o her zaman farklılığı ile dikkatleri üzerine çekecektir. Bundan kaçış olmasa bile bir köyde kabul görmesi ve hoşgörü gösterilmesi en azından bir umut göstergesidir.
Bir yandan eğlenceli bir film yaparken bir yandan da bir trans bireye nasıl izleyicinin kanının ısınacağını, onu toplumun bir bireyi olarak görmesi gerektiği üzerine nasıl bir yol izleyeceğimi düşündüm. Sonra, neşeli bir film yapmaya karar verdim. Genellikle trans karakterler üzerine yapılan belgesellerde sorunlar silsilesi içerisinde boğuluruz. Ben bu filmde sorunlar yerine güzel şeyleri anlatmanın toplumsal terapi anlamında izleyiciye iyi geleceğine inandım. Translar hakkında çok sert tepkiler veren insanlar bile filmi izledikten sonra biraz bu düşüncelerini aşmaya başladılar. Tabi filmde neşelenirken biraz oturup izleyici olarak ve toplum olarak bazı şeyleri sorgulamamızda gerekliydi ve ben filmde onu da yapmaya çalıştım. Ne kadar başarılı oldum tartışılır ama iyi bir belgesel film olması için imkanlar dahilinde elimden geleni yapmaya çalıştım. Ben bu filmde sadece karakterin ilginçliğinden nemalanmadım, sadece ilginçlik üzerinden bunu anlatsaydım filmin değerini düşürürdüm. Böyle bir hataya düşmediğim için de kendi adıma seviniyorum.
- Hala, Türkiye’de trans bireylere aslında farklı bir gözle yaklaşılabildiğini de kanıtlıyor. Böylesine cesur bir konu ve karakterle yola çıkmak nasıl bir duygu?
Kültürel ve politik yaklaşımlar trans bireylerin yaşam haklarını gasp eden bir insanlık suçunu yüzyıllardır devam ettiriyor. Toplumdan ötelendikçe kenara sıkışan trans bireyler kendilerini savunmak zorunda bırakılıp, yalnızlaştırılıyor. Yaşamları boyunca ötelenen, ötekileştirilen bu bireyler maalesef ki uçurumun kenarına kadar geliyor. Kimisi bunalımlarla hayatına son vermek zorunda kalıyor. Aslında herkes gibi trans bireylerde bu ülkenin vatandaşı ve her insan gibi onlarında yaşam hakkı var.
Her insanın hayat ile olan bağı, insanın fıtratında olan toplumsal yaşam dürtüsüyle sıkı sıkıya bağlıdır. Kendisini toplumdan soyutlamak zorunda kalan insanlar ise bazı psikolojik bunalım, yalnızlık ve ötekileştirmenin verdiği derin yaralar ile özellikle trans bireyler üzerinde ciddi etki göstermektedir. Burada metropol şehirlerin büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Böylesi sorunlu bir toplumsal yaşam içerisinde, kendisine zorda olsa yer edinen “HALA” belki de bir umut kaynağı olarak görülebilir. Bir köyde görülemeyecek veya şöyle diyelim ihtimal verilemeyecek bir durum “HALA”nın durumu. Bazı çetrefilli yollardan geçip hakkettiği ve doğal olarak verilmesi gereken insanlık değerini görebilmiş ve karşısındaki insanlara bir yerde insanlık dersi vermiş biri HALA. İyi bir insan olmak cinsiyetçi bir bakış açısıyla kesinlikle değerlendirilemez. HALA ‘da köyünün insanlarını cinsiyetçi bir bakış açısından kurtarıp, karşısındakini sade ve sadece insan olarak görmeyi göstermiştir bence. Özelden genele gidersek bu hoşgörü ortamı ülkenin dört bir yanına dağılmasını herkes gibi bende umut ediyorum. Bu film de, belgesel sinemanın toplumsal fayda gütme amacına hizmet etti. Umarım bundan sonrada ülkemiz belgesel sinemasında sadece sorunları değil de çözüm önerileri de sunan, yol gösteren nice nitelikli filmler çekilir. Haddime düşerse belki ucundan kıyısında bunu bende yaparım, belki de belgesel sinemaya gönül vermiş nice yetenekli belgeselciler yapar.
- Sence hızla gelişen teknolojinin, belgeselene gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Belgesel sinema inanılmaz bir hızla gelişiyor. Özellikle sinema okullarında okuyan öğrenciler belgesel sinema üzerine çok kafa yorar oldular. Üretimde keza öyle. Tabiî ki akademisyenlerin de büyük etkisi var bu konuda. Ancak belgesel sinema yapmak bana göre belli bir birikimi gerektiriyor. Eğer belgesel sinema, sinemanın bir alt dalı ise edebiyattan, şiirden, resimden, tarihten ve her türlü görsel sanat dalından yararlanmaz ise sanat anlamında tartışılır hale gelebilir. Belgesel sinema yapmak yönetmen açısından belli bir birikim özellikle entelektüel bir bilgi birikimine ihtiyaç duyar. Bu bahsettiklerim eksik olunca yapılan belgesel filmde eksik oluyor.
Özellikle teknolojinin gelişmesi ile doğru orantılı olan sinema, zamanla küçük film kameraları ile nitelikli filmlerin çekimine de olanak sağladı. Tabi burada iyi olan şey teknolojinin gelişmesi, serbest piyasa ekonomisi ile ürünlerin ucuzlaması ve çeşitlenmesi ile film çekiminin kolaylaşması durumudur. Kötü olan şey ise her eline kamera alan film çekiyorum veya çektim diye ortaya çıkması. Umut kırıcı olmayayım ama yukarıda bahsettiğim şeylerle doğru orantılı olarak söylüyorum, nitelik açısından filmler kötü oluyor. Dolayısıyla kısa filme olan değer bir yandan eksilere düşüyor. Hatta bu konuda Abbas Kiarostami’nin bir sözü var: “Dijital kameralar çıktı çıkalı o kadar berbat filmler izledim ki nerdeyse şunu önereceğim” diyor: “Kameralar da aynı silah gibi ruhsatla verilsin”. Üstada bende katılıyorum. Tamam ben çok iyi bir yönetmen veya sinemacı değilim ama azıcık biliyorsam bu işi bu durumlar sinemamıza yarardan çok bence zarar veriyor. Filmler tabiî ki çekilsin ama önce biraz altyapı lazım. Biraz okumak iyi gelir, biraz izlemek ise çok iyi gelir.
- Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla çalışmak isterdin?
Belgesel anlamında; her ne kadar belgeselciliği tartışılsa da Michael Moore, James Marsh Peter Joseph, Türk yönetmenlerden Süha Arın, Ertuğrul Karslıoğlu. Kurmaca sinemada ise Roman Polanski, Theodoros Angelopoulos, Michelangelo Antonioni, James Cameron, Alfred Hitchcock, Abbas Kiarostami, Stanley Kubrick, David Lynch, Quentin Tarantino. Türk yönetmenlerden Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın.
Oyunculuğunu beğendiğim Türk oyuncuların arasında Şener Şen, Haluk Bilginer, Tuncel Kurtiz var. Ayrıca son dönemde Engin Günaydın, Kıvanç Tatlıtuğ çok iyi oyuncular. Bunlarla çalışmak isterdim ama ben belgesel sinemacı olarak devam etme eğilimindeyim.
- Türkiye’deki filmfestivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Türkiye’de festivaller epey çoğaldı. Bu durum, biz kısa filmciler için çok önemli ve bir o kadarda değerli. Kısa filmcilerin gösterim imkanları festivallerle sınırlı olmasından dolayı görünürlülük konusunda festivaller çok önemli bizler için. Ancak eleştiri yapmadan da geçemeyeceğim. Aslında biraz bahsettim ama yinede değinmekte fayda var. Kısa filmciler festivallerde dış kapının dış mandalı olarak görülmekten fazlasıyla sıkıldı! Kısa filmciler bu ülkenin değerleridir, gelecekte sinemamıza yön verecek nice nitelikli insanları içerisinde barındırır. Ancak çoğu festivalin kısa filmcileri dikkate aldığını hiç ama hiç düşünmüyorum. Örneğin; davet edilirsiniz festivale geldiğinizden kimsenin haberi bile olmaz, hatta ödül alırsınız iki dakikalık bir alkış savuşturmasıyla bir rüzgar gelip geçersiniz. Ödül alırsınız, bir küçücük teşekkür konuşmasını bile yaptırmazlar. Kaldığımız yerlere gelince genellikle pansiyondur, festival alanına epey uzaktır. Uzun metraj film yönetmenleri çok yıldızlı otellerde ağırlanır, basın mensupları hep onlarla konuşurlar, yemeklerini bizden ayrı yerler. Genellikle uzun metrajlı yönetmenlerle bir arada olmayız, oldurmazlar! Bazen bırakın konaklamayı yemeği içmeyi falan, otobüs paranızı karşılamazlar, ya da siz bize hesap numarası verin biz size yatırırız derler onu da yatırmazlar. Yani anlayacağınız problemler silsilesi içerisinde kendi çapımızda sinema yapmaya çalışıyoruz, onca emekle film çekip bir teşekkür konuşması bile yapamadan geçip gidiyoruz. Yinede olsun film yapmak güzel, belgesel yapmak ayrı bir güzel. Bir gün daha iyi koşullarda, kısa filmcilere saygı duyan festivallerle buluşur; bizlerde değer gördüğümüzü görüp daha nitelikli kısa filmler yapmak için uğraş veririz.
- Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Akademik olarak sinema alanında eğitim faaliyetinde bulunmak istiyorum. Ama bunun yanında kesinlikle film çekmeye devam edeceğim. İlerde inşallah daha nitelikli filmler çekerim ve ülke sinemasına bende küçük bir katkıda bulunurum. Bir Ahmet Uluçay olamam belki ama insan hayalleri kadar vardır…
Bu arada sizlere de çok teşekkür ederim. İlginiz, desteğiniz ve bizleri görünür kıldığınız için…
Röportaj: Fırat Sayıcı
Twitter.com/firatsayici