Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan, ülkemizde de Filmekimi kapsamında gösterime giren The Search’ü nihayet Malatya Film Festivali’nde izleme şansı buldum.

The Artist ile 2012 yılında yapılan Oscar ödül törenine damgasını vuran Fransız yönetmen Michel Hazanavicius’un tarzından bir hayli uzaklaşarak yeni filmiyle bambaşka sulara girmesi ve Rus-Çeçen savaşına odaklanması pek çok kişiyi şaşırttı; bir o kadar da eleştiri yağmuruna tutuldu. Cannes’da eleştirmenlerce beğenilmeyen The Search, ülkemizde de gösterime girdikten sonra sinema üzerine yazıp çizen birçok insan tarafından sevilmedi. Peki, gerçekten The Search kötü bir film mi?

Açıkçası bu yazıyı yazmadan önce, filmi beğenen küçük bir azınlığa mı dâhil olup olmadığımı merak ederek biraz araştırma yaptım. Genelde insanın okuduğu yazıdan ister istemez etkileneceği korkusuyla yazmadan önce başkalarının görüşlerini okumayı tercih etmem ama bu kez merakıma yenik düştüm ve gerçekten okuduklarıma inanamadım. Kelimenin tam manasıyla saçma sapan temellere dayandırılan fikirlerle film yerden yere vurulmuştu. Hiçbir mantıksal gerekçe sunulmadan, filmin kötü olduğu söylenmiş ve Cannes’daki eleştirmenlerin de beğenmemiş olması, savlarını desteklemek için yeterli kabul edilmişti. Fransızlar beğenmeyince, biz de beğenmemiş sayılıyoruz sanırım; o hissiyat yerleşmiş bize…

 

Hal böyle olunca, Çeçen meselesi gibi yakın tarihin önemli olaylarından birine odaklanan (ki bu meseleyi konu alan film çok azdır) ve insanların yaşadıkları dramı, uluslararası arenada gündeme getirmeye çalışan bir filmi yerden yere vurup, doğru düzgün bir hikayesi bile olmamasına rağmen sırf Kürt meselesini merkezine alan alelade bir filmi övgüye boğan eleştirmenlerin siyasi duruşlarının, algılarını ve bakış açılarını körelttiğini düşünüyorum. Milliyetçilik refleksiyle hareket edilerek ülkede yapılan her film her şartta övülmeli gibi bir yaklaşım da kabul görmeyeceğine göre duyarlılığımızı tüm insanlığa ait belli başlı konulara yönelterek samimiyetimizi kanıtlayabiliriz. Aksi taktirde yapılan samimiyetsizlikten, altı boş aktivistlikten öteye gitmez. Elbette, herkesin sinema zevki, filmden aldığı tat farklıdır. Bir filmin çıkış fikri samimi kimine göre samimidir, kimine değildir. Ancak ortada bir emek varsa bu çaba göz ardı edilmemeli ve yaşanan trajedilere propaganda aracı haline gelmeden ışık tutmayı başarabilen bir sinema dili önemsenmeli, desteklenmelidir. Kürt ve Çeçen meseleleri birçok noktada benzer nitelikler taşıyan ortak paydaları olan acılardır. Bu sebeple ben, birini diline dolayıp diğer halklara duyarsızlaşma gafletini tarihçi refleksiyle, Çeçen meselesini yeterince bilmemeye bağlıyor ve konudan bihaber olunmasa The Search’ün daha iyi anlaşılacağına inanarak filme geri dönüyorum:

 

 

Bu noktada Çeçen meselesinin özüne baktığımızda, Sovyetler döneminde ve bilhassa dağılma sürecinde Rus politikaları çerçevesinde Kafkas halklarına uygulanan göç zorunlulukları ile demografik yapının değiştirilmeye (Ruslaştırılmaya) çalışılması sonucunda yaşanan etnik çatışmaların savaşa sebebiyet vermesidir. 1991 yılında Sovyetlerin dağılmasıyla Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi durumu Rusya’nın birliği, petrol ve doğalgaz boru hatlarının bölgeden geçmesi, ayrılığın diğer halklara örnek olacağı korkusu, terörizmin yükselmesi, artan köktendincilik gibi durumlar yüzünden yeni kurulan Rus Federasyonu’nun politikaları için bir sorun teşkil ediyordu. Yeltsin döneminde, bağımsızlık yolunda ilerleyen Çeçenlere yapılan müdahaleden ekonomik istikrarsızlığın da etkisiyle istenilen sonucun elde edilememesi ve zoraki imzalanan antlaşmayla bağımsızlığın her iki tarafta çok yanlış anlaşılması Rusların ikinci müdahalesine ve filmde tanık olduğumuz trajedinin boyutlarının artmasına yol açtı. Yeltsin’in düşüşüne ve Putin’in iktidara gelişine yol açan İkinci Çeçenistan Savaşı’yla başlayan The Search, henüz açılış sekansıyla sizi yerle bir edecek bir film olduğunun sinyallerini veriyor. Bir Rus askerinin elindeki kamerayla, önce cehenneme dönen Çeçenistan’ı ardından da Çeçen aileyi sorguya çeken diğer Rus askerlerinin yaptıklarını çekmesiyle başlıyor. Yaşananları evinin penceresinden küçük kardeşiyle birlikte izleyen Hadji’nin (Abdul Khalim Mamutsiev) ailesini yitirmesinin ardından o cehennemden kaçışını izlemeye başlıyoruz. Sizi bilmem ama Hadji karakterini canlandıran Abdul Khalim Mamutsiev’i gördüğüm andan itibaren benim gözlerim dolmaya başladı. Bunu açıdan hem Mamutsiev’in müthiş performasını, hem de yönetmenin cast başarısını tebrik etmek gerekiyor.

 

Hadji’nin İnsan Hakları Örgütü’nden Carole ile tanışması ve ona sığınmasına paralel olarak, Kolia (Maksim Emelyanov) isimli bir Rus gencinin, söz konusu dönemde Moskova hükümetinin ülke genelinde uyuşturucu kullanan ya da sabıkalı olanları askere alması sebebiyle kendisini bambaşka bir cehennemin içinde bulduğu hikâyeyi paralel olarak izlemeye başlıyoruz. Fred Zinnemann’ın 1948 tarihinde çektiği aynı adlı filmden esinlenilerek serbest bir biçimde uyarlanan The Search, ilk filmdeki gibi küçük bir çocuğun ailesini bulmasına yardımcı olunmasını, hikâyelerinden biri olarak seçiyor ama milliyetlerde oynama yapmayı tercih ediyor.

 

İlerleyen hikâyeler boyunca Hadji’nin göründüğü hemen her sahnede yüzündeki ifade seyirciyi duygusal olarak yerle bir etmeye yeterken, Kolia’nın günden güne Kubrick’in Full Metal Jacket’ta sinemalaştırdığına benzer bir biçimde sıradan bir insandan öldürme aracına dönüşmesi ise aslında yönetmenin bir yandan denge kurmaya da çalıştığını düşünmeme sebep oldu. Bu elbette ki Rus askerlerinin yaptıklarını meşrulaştırma çabası değildi zira Rus hükümetine ve izlediği politikalara ağır bir eleştiri getiriliyordu. Hazanavicius bu noktada insan davranışını anlama çabasıyla hareket ediyordu ki bu hem yaşanan trajediyi en sert haliyle ortaya koymak hem de savaşı ve savaşın insanı getirdiği durumu anlamaya çalışmak bağlamında bakıldığında oldukça önemli bir yaklaşıma dönüşüyordu.

 

The Search’te dikkat çekici olan ise Carole’ün İnsan Hakları Örgütü’nün bir üyesi olarak BM’ye yaptığı sunumda uluslararası toplum üyelerinin yaşananlara kayıtsız kalmasına da değinilmesiydi çünkü Amerika ve Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, 2001’deki terör olayına kadar Rusya’daki gelişmelerle ilgilenmediler. Ne zaman ki Dr. Frankenstein’ın akıbetine uğradılar o zaman Kafkaslar’ı hayati bir bölge olarak addetmeye başladılar. İlginç olan başka bir nokta da, Rusya’nın Kürt meselesine bakışıyla Türkiye’nin Çeçen meselesine bakışı epey benzerlik taşır. Bu yüzden halkların savunuculuğunu yaparken, diğer milletleri de okumakta fayda olduğunu düşünüyorum.

 

Yazılanların aksine filmde Carole’ü canlandıran Bérénice Bejo’nun oyunculuğunu da kötü bulmadım. Evet, Abdul Khalim Mamutsiev ve Maksim Emelyanov’un yanında sönük kaldığı doğru ama çocukla Fransızca konuştuğuna dikkat çekilmesini zorlama buldum. Kadın Fransız, çocuk Çeçen ve Hadji başına gelenler yüzünden hiç konuşmuyor. Carole onunla bir şekilde her şeye rağmen iletişim kurmaya çalışıyor, bunu işaret diliyle yapamayacağına ve çocuk da zaten anlamayacağına göre ana dilini kullanmasından daha doğal bir şey yok. Sırf eleştirmek için de bu kadar zorlamanın manası yok açıkçası…

 

Şu da var ki, filmde diyaloglarda ve bir takım noktalarda aksaklıklar vardı, mantık hataları görülüyordu ama kimse zaten The Search’ün kusursuz bir başyapıt olduğunu iddia etmiyor sadece hakkının teslim edilmesini gerektiğine inanıyorum. Çünkü o kadar kötü filmlerle karşılaşıyoruz ve o kadar saçma bir ödül sistemine tanıklık ediyoruz ki, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek çok zor değil…

 

Özetle The Search, uzun süresine rağmen sıkılmadan izleyebileceğiniz, Çeçen sorunu gibi çok fazla değinilmeyen bir konuya ışık tutan ve bunu eli yüzü düzgün bir senaryo ve iyi oyunculuklarla yapan sarsıcı bir film. Kimin ne dediğine bakmayın, fırsat bulduğunuz ilk anda izleyin!

Başak Bıçak
1987, İzmir doğumlu… Sinemayla olan aşkı henüz ilkokuldayken gittiği Aslan Kral filmiyle başladı. Öylesine sevmişti ki bu filmi, yıllar sonra tekrar izlediğinde kaybettiği bir oyuncağını bulmuş gibi mutlu oldu. Lisede okuduğu Fransız koleji ise her şeyin başlangıcı oldu. Dans tutkusunun sadece halk oyunlarıyla sınırlı olmadığını anlayıp o günden bugüne hep dans etti, bu sayede bir çok ülke gezdi, hala da dans ediyor. Üniversitede Tarih bölümüne girerek yaşam enerjisiyle hiç ilgisi olmayan bir meslek tercih etti. Bir de üzerine Avrupa Tarihi Yüksek Lisansı yaptı ki hayatın ne kadar çekilmez olur görebilsin diye… Bunların üzerine tarihi çok sevdiğini söylemek biraz tuhaf olur sanırım, ama gerçekten seviyor. Üniversitede tarihe gömüldüğü zamanlarda, yüksek lisansta da tezini bitirmeye çalıştığı şu günlerde sinema her zaman onun için kaçış noktası oldu. Bitmek bilmeyen izlenmesi gereken filmler listesiyle uğraşırken tezini ihmal etti ama bu sayede Öteki Sinema’da yazarlığa ilk adımımı attı. Ve sinema yazarlığının onu ifade eden en güzel yollardan biri olduğunu keşfetti. Tarih, dans ve sinema tutkusuna bir de şarap sevgisini ekledi ve sanırım bu gidişle yine bambaşka bir iş yapacak. Hayat onu sürprizleriyle karşılarken, o da tutkularına yenilerini eklemeye kararlı…

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.