Reha Erdem, yaptığı kağıttan evleri, Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümüne iki yıl devam edip sinemayı arta kalan diliminden çıkartarak, Paris’te alacağı Sinema-Plastik Sanatlar eğitimi ve Fransa’nın karanlık sinema salonları için kendisine 6 yıllık bir alan ayırmasıyla uçurmaya başlar.

1989’da İstanbul Hisar’da devam ettirdiği bu Fransa aydınlığı, ilk uzun metrajı ‘A ay’ filmi olarak seyirciye dönmüş ancak 7.sanat algısına ithafen küçük bir hoş geldin hareketiyle çekiminden 7 yıl sonra seyircisiyle buluşabilmiştir. Uzun yıllar içinde yer aldığı reklamcılık döneminden, ortağı ve aynı zamanda yapımcısı Ömer Atay’ın dış ilişkileri tamamen üzerine almış olması kaynaklı sanatsal anlamda tozlanmamış bir süreç olarak bahseder. Hatta filmlerinde kullandığı montaj başta olmak üzere tüm teknik şahikalar, sektörün aydınlık kısmı olarak sayfasındadır. Yanı sıra Atlantik Film Sunar başlıklı, Açık Radyo’da yine Ömer Atay’la birlikte birkaç yıl sürdürdükleri programda, malzeme unsuru elektronik müzik alt yapısındaki ses bantları da sinemasındaki müzik algısına işler. Sınıfsal düzenin sahiplikle ölçülü ilişkisinde kendisini konumladığı yer, basittir… birçok filmini yazdığı Beş Vakit filmindeki köy, huzur bulduğu birincil alanıdır. Şu an hayatta olmayan köydeki taş ustası Recai Gürsel’nın dostluğunu, aralarındaki bağı aynı zamanda Kosmos filmini ithaf ederek seyircisiyle paylaşan yönetmenin doldurdukları, bu köyden dekorun içinden gelir. Hemen hemen her filminde, yönetmene dair otobiyografik parçalar, iç mesele rütbesine ulaşan tematik ortaklıklar gözlenir…eksik babalar, hiç olmayan anneler, sakat doğmuş ailelerin protezine tahammül edemediği çocukları, sosyal çevrenin insanın ne kadarını çerçeveleyebildiği, öğrenilmemişin öğretilemediği evler, insanların hayvanları acıtma kapasitesi her filmine girer. Aynı dünyada olduğumuzu, canlılığımızı ve yaratılıştaki ahengi bazen 120 dakikaya 150 hayvan karesi sıralayarak hatırlatır. Tüm bu ortaklıklar, süregelen stilizasyon her seferinde başka bir gerçekte döndüğü için seyircide aynı denizi 2 yıl arayla izliyor etkisi bırakmaz. Her film kendi anlamında, kendi masalında, kendi yalanındadır, sadece filmde var olan bir tarihte , güneşle-ayla-karla gelen zamanda, yapay olandadır. Dünyayla kaynaşmamış kişilikler, inanç mekanizmasına çeyrek kala başlar, ilk dördünde gider. Bu takvimsiz figürlerden içeriye girerken dışarıya iyi bakılmasını ön gören yönetmen, o insanı bu insan yapan çevre ve dış etkenlerin toplu tomografilerini çeker, bireyi tek bir kişinin doğurmadığı sırrını yayar. Hikayenin sinemada çok önemli bir öğe olduğunu, sanatın üstüne basmadığı ölçüde yadsımaz. Türk Sineması’nda diyaloglara, hikayeye uygun düşebilecek mekanlar kullanılırken Reha Erdem sineması, seçtiği mekanlara uygun düşebilecek diyalogları yaratır. A ay’ın Hisar’daki o ev için, Beş Vakit’in o köye yazılmış olması gibi. Realist sinemacılık anlayışının, natüralizmin sinemanın düşmanı olduğunu ve ‘en gerçeği’ sunma çabasının düşünce, bir yaratım içermediğini düşünür. Gerçekçi sinemanın ve önceden belirlenmiş- cetvelle çizilmiş rotanın sinemadaki öldürücü etkisinde nettir. Kopukluğu, boşlukları olan , alanı sınırlandırılmamış anlayışta nefes alan yönetmende, en çok anlatamadığı filmler yaşar. Kendisini özgür bırakmaksızın, farklı algılama, farkı yakalama çabasıyla tüm cevapları bulma eğilimindeki seyir çabasını anlamsız bulur. Filmindeki bir hayvan görüntüsünün, otların arasından duyulan bir rüzgar sesinin arkasında binlerce anlam yüklü olmadığını, her noktada koşturulan anlam yoğunluğu arayışının an içindeki serbest giriş-çıkışları körelttiğini vurgular. Aynı boşluğu kendi filmlerinde yaratarak seyircinin özgürce dolaşabildiği teknikler kullanır. Sinemada anlamın yüklenicisi ve ayırt edici en önemli unsurun arka arkaya gelen , birbirini takip eden görüntüler; montaj olduğu yönündeki görüşü tüm filmlerindeki biçim ortaklığıdır. Hem filmin ritmini, hem de göstermek istediği durumun aşırılık boyutunu vurgulamak için sekans ve müzik tekrarlarına sıklıkla yer vererek montaj sinemasıyla seyirciyi istediği tarafa kolayca alır. Müziği fonda kullanmamayı tercih eden yönetmen, kendi içine aldığı müzisyenlerin hazır bantlarını gidilmesini istediği alana yükleyerek, takibi bırakmayan seyirciyi Arto Part’ın, Hildur Gudnadottir’in bahçesine sokarak ödüllendirir. Şiirde Ahmet Güntan’da kaldım diyerek edebiyata ayırdığı dilime hayıflansa da, tamamını kendi kaleme aldığı her senaryosuna sevdiği yazarları, bulaştığı şairleri parça parça değdirir. Kosmos’ta Dostoyevski’ye, Kaç Para Kaç’ta Simenon’un Venedik Treni’ne açıldığı gibi İsmet Özel, Sevim Burak, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi geçmediği şair ve öykücüleri vardır. Karanlıkta başlayan filmlerini, mistik tozlarla bulanıklaştırıp iyimser bir anlayışla, inançla sonlandırır… kalkabildiğinde her şey aydınlıktadır. Birkaç filmine halka atıp hediyelerini dağıtabilmek engebelidir… tarifi zor, büyüleyiciliği seyirde saklanmış bir sinemadır Reha Erdem’in yürüdüğü.

  İnsan ne ki temiz olsun-Kosmos(2010)

1988 Türkiye-Fransa ortak yapımı A ay, şiir yüzlü bir ilk filmdir. Tüm yükünü teatral diyaloglara dayamaksızın Edip Cansever’in Tragedyalar’ından William Blake’in Infant Sorrow’una , Vivaldi’den bir martının eski Mezopotamya ruhundaki cenazesine, çöküşün geleneksel -modernist aynaya gore değişmeyen farksızlığından Burgazada’ya en yakışan siyah beyaz donukluğuna meselesini ilk kattığı başyapıtıdır. Ayırt edilesi yerini , 2011 yılında bir sinema dergisinin düzenlediği bütün zamanların en iyi 10 Türk filmi seçkisinde, 42 sinema yazarından pek çoğunun listesinde yer alarak da belirginleştiren A ay, 12 yaşında halası ve dedesiyle yaşayan bir kızın, Yekta’nın (Yeşim Tozan) yaşadıkları yalıyı yıllar öncesinde terk eden annesinin ‘gittiği anı’gördüğü ,bu fotoğrafa kimseyi inandıramadığı ve annesini bekleyişi üzerine kurulu zemininde sinemasal değerini 26 yıldan fazla bir zamana uzatacaktır. Varoluş için gerekli malzeme listesi, usta yönetmenin sadık yaridir. Mistik yapıda, ünlem işaretini kaybeden seyirciye tekrar sahnelerle korkusunun yersiz olduğunu hatırlatan ‘Reha Erdem’e Giriş’ için, iki kişilik bilet şart olunur…tanıdık beden ve tamamı dolmamış ruh olmak üzere ikisi de oturabilsin.

2004 yılında senaryosunu Nilüfer Güngörmüş’le birlikte yazdığı Korkuyorum Anne ile ciddiyetin başarısız kalabileceği çoklu bir trajedi, rengarenk bir büyüteçtedir.Kara mizah, kalıplaşmış bir formda ve filmin bütününe yayılarak seyirciyi yoracak ölçüde değil, aksine kahramanları imdat imlecindeyken devrini yaşar. Baskılanmış ve en altta kalan bir duygu olarak korku, her kişide farklılık gösterirken, bir apartman dolusu insanın kendi kafesinden çıkışı, başkaldırıyla gerçekleşir. Kadınların cesaretli ve üretici olduğu bu hikaye gelirken olabildiğince ezilmiş, korkularının altında kalmış, tüketimde çizgisi olmayan erkekleri yanında getirir. Bu becerikli kadınların yüksek dozda anne güdüsüyle yetiştirdikleri eksik erkekleri, mahalle kahvesinde sahip oldukları tek şey olan hastalıklarıyla varlıklarını anlamlı kılarak birbiriyle standart dışı yarışan bir kategoridedir. Küçük bir kaza sonucu büyük hafızası(!) kayıplarda yüzen Ali(Ali Düşenkalkar) ve akıl sağlığını yerine getirmeye çalışan Napoliten apartman komşuları, korku boy verirken reçeteyi perdeye iliştirir.Mizahi üslubun, ses ve ışık kullanmıyla bütünlendiği film, eski Yeşilçam masumiyeti ve neşesini veren müzikleriyle ironik bir vurgusunu pekiştirir. Vizyon tarihini takip eden yıl dahil, yönetmenlik işine meydan okurcasına toplanan 15 ödül, tüm sayıklayanların ruhuna gider.

İki yıllık bir aradan Kozlu köyüne çıkan yol, 12-13 yaşlarındaki Ömer(Özkan Özen), Yakup(Ali Bey Kayalı) ve Yıldız(Elit İşcan)’ın büyümeye karşı durdurmaya çalıştıkları zamana, okuldayken alıp eve döndüklerinde geri verdikleri çocukluk haklarına ve her alışverişlerinde nefrete, öfkeye karşı verdikleri sınava kayalar, tepeler, zeytinlikler üzerinden bakar. Filmin büyükleri namaz saatlerine göre uyanan günlerini, 12 hicri takvimin yan yana sıralandığı köy kahvesinde, tarlalarda, kapı önlerinde geçirirken bakışlarını geçirmedikleri çocukları, yaşadıkları her problemde bir yerde uyuyakalır. Kuşaklararası süregelen sevgisizliğe, zamana karşı savaşan bu çetenin, uyuyup da büyümesinler diye, hemen uyandıkları bir Reha Erdem meselidir Beş Vakit. 2006 yılında İstanbul Film Festivali, Adana Altın Koza ve Siyad Türk Sineması Ödülleri’nin her üçünden, en iyi film ortaklığı gelirken, çocuk oyuncuların performansı da atlanmamıştır.

2008 yapımı, Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye ortak yapımı Hayat Var, boğazın aktığı dere kenarındaki bir evden, ergenlik dönemindeki Hayat(Elit İşcan)’ın, yasadışı işlerle geçimini sürdüren, varlığı tek duyuyla algılanan babası(Erdal Beşikçioğlu) ve yatalak dedesinin(Levend Yılmaz) üzerinden atladığı post-modern(!) yaşamına uzanır. Türk sinemasında örneğine rastlanmayan filmde, çevresindeki tüm yetişkinler tarafından istismar edilen küçük kahramanın, o yaşına dek öğrenebildiği tek şey savunma mekanizmalarına sarılarak ruhunu koruyabileceğidir. Her travmatik anında şarkı söyler gibi çıkardığı mırıltısı, o sesle kendine ne söylediği hakkında seyircinin özgürce yazdığı bir replik olarak karşılıklı bir hal alır. Sokakta yürürken başının üstünden geçen ambulans sirenleri, trafik kazaları, patlayan camlar, düşen füzeler Hayat’ta en ufak bir kıpırtı yaratmazken eylemsizliğiyle, tepkisizliğiyle koruyabildiği ruhunu, inandığı tek insana, arkadaşına açan küçük kalbi, ruju en sonunda oyuncak boya olarak hak ettiği gibi sürecektir. Film, az diyalogla eksiksiz anlatımı ,müziğin kullanım biçimi, müthiş oyuncu yönetimiyle, Reha Erdem’in çıkmazında doğan insan tasvirinde ilk sıra için yarışır. 42.Siyad Türk Sineması Ödülleri’den en iyi yönetmen, en iyi film, en iyi kurgu tesciliyle ayrılan Hayat Var, 28.İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI Ödülü, 3.Yeşilçam Ödülleri’nden gelen en iyi yönetmen, 45.Altın Portakal Film Festivali’nde aldığı Sinema Yazarları Ödülü ile yaşamını uzun yıllar sürdürecek gibidir.

Bir sonraki filmi Kosmos(2010) anlatımı güç, her aktarımda eksik kalacak bir çok detayı barındıran, seyircinin içinde hep açık kalan filmler listesindedir. Nereden geldiği, neden geldiği bilinmeyen,kendi gerçeğinden kopmuş Battal ya da diğer adıyla Kosmos’un insana eğilmeye, iyilik etmeye kurulu saati ağlayarak ayak bastığı Kars’ta ilerler. Boğulmak üzere olan bir çocuğu kurtarmasıyla şifa dağıttığı, metafizik güçleri olduğu ağızdan ağıza yayılarak çözümsüz olanda dünya yaratan Kosmos’un, kurtarılan çocuğun ablası Neptün’den birkaç dakika önce aşkı çağırmış olması nedir ki, uçmak için kuş çığlıkları atmak yeterlidir. O hiçbir şeyin sözünü, hiçkimseye vermemişken, insan ve hayvanın aynı candan olduğu temizliğindeyken kasabadaki şöhreti hızla ilerler ,ilerleyen nam hızla acıtır. Her karesinden ayırtedilebilecek bir görüntü yönetmeniyle, Florent Herry’la özellikle bu filmde yarattıkları etki, doğru ve birbirini çok iyi tamamlayan bütünlüğün göstergesidir. Tamamı özenle yerleştirilmiş ses, efekt ve müzik kullanımı yanı sıra a silver mt.zion’dan, stumble then rise on some morning awkward ile yapılan kapanışı büyüleyici görüntülerin, büyüleyici ağıtı gibidir. Gösterimini en iyi yönetmen, en iyi film ve kurgu kategorilerinde 8 ödül takip ederken Sermet Yeşil’in ödül ekseninde yer almayışı, filmin hak tesliminde tamamlanmamış bir etki bırakır.

Sekiz uzun metraj filmin, birkaçına atılan halkadan, seyirci de kendisine not bırakıldığı yalanını kursa çok mudur? Ahmet Güntan’ın kitabından düşmüş, Reha Erdem’de bulunmuş….gel, her şey herkese anlatılmıyor*

 

*(Ahmet Güntan, İkili Tekrar, YKY 1999)

Didem PEKER BAŞARAN

 

 

 

 

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.