Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminin başrol oyuncusu Nesrin Cavadzade filmin sağlam bir feminist hikayeye sahip olduğunu kadınlar arasındaki ilişkinin de yaşadıklarımız açısından belirleyici olduğunu söyledi…
Nesrin Cavadzade’nin ilk fliminde 7 yıl önce röportaj yapmıştık. Daha sonra da yıllar içinde her filminden sonra konuştuk. Çünkü Türk sinemasının önemli kadın oyuncularından olduğunu hep kanıtladı. Sadece güzel kadın olmanın büyüsüne dayanmadı. Hep rollerini başkalaştırdı, kendi içinde Türkiye gündemini tartıştı, bazen de muhalif duruşunu röportajlarına taşıdı. Kısacası onun röportajlarını okurken kendi içinizde tartışırsınız. Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminde yine tartışma yaratacak bir rolde izliyoruz Nesrin’i. Geçen haftada Annemin Sesi’nde çok daha farklı bir rolle karşımıza çıkmıştı. İşte iki filmide konuştuk ve tabii filmden fazlasını tartıştığımızı göreceksiniz.
Antalya Film Festivali’nde iki filminiz vardı. Daha önceki yıllarda da üç filmle festivale katıldığınız olmuştu. Bu size ne hissettiriyor?
Tecrübe kazandıkça Türkiye’nin bütün parametreleriyle çok değişken bir ülke olduğunu öğrendim. Her an herşeyin olabildiği, her an rüzgarın başka bir yönden esmeye başlayabildiği bir ülke. Sanatsal anlamda da bu böyle. Herşeye hazırlıklı olmak gerekiyor. İlk sene çok heyecanlıydım, geceleri uyuyamıyordum, tamamen filmle nefes alıp veriyor gibiydim. Üzerinden yedi, sekiz yıl geçti “Sanat yapıtı orada, karakterler orada, ben buradayım, onlar benden bağımsız şeyler” gibi hissediyorum artık. Festivalle de, yaptığım işle de, yönetmenlerle de arama mesafe koyabiliyorum… Artık grift bir halde değilim. Ben filmmişim, o karaktermişim, sanki görücüye ben çıkıyormuşum hissi kayboldu yıllar içinde. Eskiden izlerken “Şurda böyle göründüm, burada böyle yaptım” diyordum. Şimdi “O yönetmenin dünyası, o kadın yönetmenin kadını ben değilim, karakterin o yüzü de var bu yüzü de var” diyorum. Yıllar içinde bunun yönetmenin dünyası olduğunu anladım, sen en iyi ihtimalle onun iyi bir hizmetkarı olabilirsin, bu onların işi, sakin olmak ve bir mesafe koymak gerekiyor. Bu beni bir çok anlamda çok rahatlattı. Yedi sene öncesine göre çok daha fazla rahatım.
Siz bir şeyler söylemek isteyen bir oyuncusunuz, sinemanın aslında bir yönetmen sanatı olduğunu kabullenmekten de yola çıkarak, kamera arkasına yönelik bir düşünceniz, senaryo çalışmanız var mı?
Sinema-Televizyon bölümü mezunu olmak, kamera arkasını biliyor olmak, kendi senaryo çalışmalarımın olması etkiliyor tabii. Ama oraya çok odaklı değilim, bir noktadan sonra “Ben oyuncu olmak istiyorum” kararı çok net bir şekilde çıktı benim için ve o yoldan da yürüdüm. Ama elbette ki bir tarafımla her zaman eleştirel, dışarıdan bakıp “Ben olsaydım ne yapardım, burasının altı yeterince çizildi mi” diye düşünüyorum. Hem eleştirel hem de çok onların yanında bir haldeyim. Mesela Kuzu’da neredeyse hiç konuşmadık Kutluğ’la (Ataman) sette. Bir yandan böyle bir rahatlık da var. Ama izledikten sonra yine de “Senaryoda şöyleydi ama bu sahne şöyle kotarılmış” diye düşünüyorum, benim ilk izlemelerim o yüzden çok sancılı geçiyor. İlk izleyişte söylediğim mesafe koyma hissi hemen gelmiyor. Mesela Kuzu’yu Berlin’den sonra burada ikinci kez izledim ve ne kadar harika bir film olduğunu burada anladım. Berlin’de anlamamıştım.
Kuzu’nun senaryosu size geldiğinde ne düşündünüz?
Çok sancılı geçti başlangıçta. Kutluğ zor bir adam, çok hassas bir adam, hemen kavrayamayabilirsin onun senden ne beklediğini. Projeye başlayabilmemizin çok komik ve uzun bir hikayesi var. Kutluğ’un asistanı Tacım (Açık) beni aylarca haftada iki, üç kere arayıp “Merhaba Nesrin Hanım, ben Tacım Açık, Kutluğ Ataman’ın asistanıyım, sizin çok büyük hayranınızız, iki haftadır durmadan bütün filmlerinizi seyrediyoruz” diyor ben de “İki hafta sürmez benim filmlerim, topu topu altı, yedi tane filmim var. Maksimim üç gün sürer, nasıl iki haftadır izliyorsunuz” diyorum. O da “Sizi çok beğeniyoruz, sizi çok seviyoruz. Kutluğ Bey’in bir hikayesi var” diyor. O zaman çok güzel bir ismi vardı filmin Güneye Bakan Duvar’dı. Sonra Kutluğ onu “Bu çok sanatsal deyip Kuzu diye değiştirdi ama ben çok seviyordum o adı. “Kutluğ Bey sizinle görüşmek istiyor” diyor, ben çok heyecanlanıyorum “Lütfen bana treatment yollayın, senaryosunu yollayın” diyorum o da “Yollayacağız ama önce Kutluğ Bey sizi görmek istiyor, yüz yüze konuşmak istiyor” diyor, “Tamam ne zaman görüşelim” diyorum, “Haftaya müsait olur musunuz Kutluğ Bey sizi arayacak” diyor. Sekiz ay bu konuşmadan milyonlarca yaptık. Kutluğ beni aramıyor ama ben bu arada treatment’ı bulmuşum, synopsis’ini bulmuşum okumuşum. Hikayeyi çok beğendim. Merkezde kadının olduğu film yapılmıyor bu ülkede, çok az yapılıyor. Eminim şu anda Türkiye’de bütün kadın oyuncuların ortak derdidir bu. Kadın kahramanların sürüklediği hikaye yazılmıyor. Çünkü çok erkeksi bir yerden bakıyor yönetmenlerimiz. Kadın yönetmen zaten çok az. Yazan, yöneten adamlar da kadını çok kendi bakış açılarından görüyorlar. Son derece erkeksi hikayeler ortaya çıkıyor. Kadın kahraman sürüklese bile çok erkeksi hikayeler çıkıyor. Senaryoyu okudum bekliyorum, bir yandan da o kadar büyük istek var ki, odaklanmış haldeler bana. Böyle çok uzun ve bir türlü harman olamayan enerjimiz oldu. Sonunda bir araya geldik ve birbirimize aşık olduk gibi bir şey. Ben çok sevdim, Kutluğ da beni çok sevdi. O görüşme deneniyormuşum gibi olmadı, benimle yol almak istediğini çok net ifade etti. Ama gel gör ki ondan sonra bizim yollarımız yine ayrıldı. Yine bir araya gelemedik. Projenin hazırlıkları sürüyor haber alıyorum, hatta başka bir oyuncu var artık onun da haberini alıyorum. En son Ezgi Baltaş, Erol’un da (Mintaş) cast direktörlüğünü yapıyordu, Erol için görüşmeye gittiğimde bu konuyu konuştuk. Ezgi aracılık etti ve ben son anda projeye dahil oldum. Sete çıkmaya çok az kala Kutluğ yol aldığı oyuncusundan vazgeçti. Ayak kaydırma öyküsü gibi görünüyor ama öyle değil. Çok engeller aşılarak gerçekleşti. Sette de çok az konuştuk, garip bir sinerji oldu aramızda, gerçek hayatta yakalayamadığımız sinerjiyi set ortamında mükemmel bir şekilde yakaladık.
Bazı rollere hazırlanmak gerekir, bazısında oyuncunun kendi içinde biriktirdiklerini kullanması yeterlidir. Bu rol hangisine daha yakındı?
Bunun için bir şeyler okumak gibi bir hazırlığım hiç olmadı. Tamamen içgüdüsel bir yerden yürüdü. İlk defa galiba kendimi tamamen Kutluğ’a bıraktım. Hiç bir şekilde, hiç bir an direnişim olmadı. Onun kuracağı dünyaya bütün varlığımla inandım ve kendimi filmde dekor gibi hissettim. O beni çerçevenin gerekli yerine yerleştirecek diye düşündüm. Kutluğ filme başlamadan önce bazı filmler izlememizi istedi. En çok Bresson’un, Aki Kaurismaki’nin filmlerini izlememi istedi. Factory Girl’ü özellikle izlememi istedi “Nesrin bak herşeyi gösteren oyunculuklar vardır. Şimdi üzülüyorum, şimdi kahroluyorum, şimdi çok mutluyum, şimdi intikam alıyorum gibi. Yani duyguları dışavuran oyunculuklar vardır” dedi, maalesef ki Türk sinemasında bunu çok sık görüyoruz. “Bir de böyle bir janr var, neredeyse satır okuyan oyuncular var. Ben sana buradaki gibi oyna demiyorum ama bunun bir ortasını bul. Biri sıfır diğeri onsa sen beşlerde ol” dedi. O filmleri izlemek bana çok büyük bir hazırlık oldu. Zaten izlemiştim o filmleri ama Kutluğ’un yaratmak istediği dünya ve beni görmek istediği biçim hakkında bir fikrim oldu. Şunu çok iyi kavradım, ben hiç bir anda öne çıkan bir unsur olmamalıyım filmde, sadece hizmet eden, temsil eden birisi olmalıyım. Dikkat ederseniz filmde hep ironi var, ne oynarsak oynayalım ağladığımızda da, güldüğümüzde de, çocuklar birbirlerine acıklı şeyler söylediğinde de hep bir mesafe var aslında.
Din tabanlı hikayeler, efsaneler özünde erkek odaklıdır, bu hikaye de aslında erkek odaklı, kadın çocuklarını öldürüp erkeğe ders verir ve onun dininde bu kötüdür aslında. Bu hikayeyi dönüştürüp o kadına bir haklılık vermek, o efsaneyi belki kadınlar için tekrar yazmak konusunda ne düşünüyorsunuz? Senaryoyu okurken bunları bu şekilde algıladınız mı?
Tabii tabii. Ben bunu çok sert bir feminist senaryo olarak okudum. Erkekler dünyasına sıkı bir ders veren çok güçlü bir kadın kahraman vardı ortada. Aile dediğimiz şey aslında çoğunlukla kadınların omuzlarının üzerine yüklenmiş, bütün sırtlayıcısı ve taşıyıcısı kadın, bu çok ikiyüzlü bir şey, böyle bir şey beklenemez, sorumluluk almayan hiç bir şekilde sorumluluğu paylaşamayan erkekler dünyasında herşeyi kadından beklemek bir noktada patlamaya sebep oluyor. Bir kadın ortaya çıkıyor ve diyor ki “Hayır sizin ikiyüzlülüğünüzü size göstereceğim, yedireceğim, sizin kuzunuzu size yedireceğim” diyor. Ben en başından beri bunu sıkı bir feminist hikaye olarak okudum ama bir yandan da filmde acıyorsun adama. Kuzu aslında İsmail, bence en kuzu kadının kocası. Tek tek kişiler ya da köy değil de ataerkil olan şeyin mağduru kadın da üretiyor bunu. Kadın düşmanlığı erkekleri çok aşan bir şey. Bunu çok güzel kuruyor bence. Kadın düşmanlığı her zaman erkeklerden gelmiyor.
Profesyonel oyuncular biliyoruz ki filmlerden etkilenmezler ama bazı filmler oyuncuların kişisel hayatları ile çakışır ve ona bir şeyler bırakır. Bu filmden size ne kaldı, kişisel görüşlerinizi etkileyecek bir şeyler kaldı mı?
Elbette çünkü ister istemez bir kadın oyuncu olarak Türkiye’nin kadına bakış açısı ile uğraşmak, kaşımak, sarsmak, karşı çıkmak, direnmek, reddetmek gibi bir içgüdüm var, çünkü çok rahatsız edici bir ülkede yaşıyorum. Çok normalleşti artık, kadınlar her gün öldürülüyor, her gün korkunç haberler okuyoruz. Ayrımcılık en ufak şakalarda, günlük hayatta her an kendini belli ediyor. Ben bugün bu şekilde giyiniyorsam çoğu zaman bu benim kişisel tercihim değil bu ülkenin bana dayattığı bir şey. Ben çok daha özgür olmak istiyorum, filmlerdeki tercihlerimi yaparken, rol tercihimi yaparken çok daha sınırsız ve özgür olmak istiyorum ama her zaman bir yargılanma korkum var, her zaman seyirci ne der, ben bundan sonraki kariyerimi nasıl yürütürüm, var olabilir miyim bu ülkede gibi endişeler var. Böyle filmlerde oynamak o mücadelenin bir parçası. Ufak ufak da olsa, karınca adımlarıyla da olsa o yolu ilerletmemin, seyirciye soru sormamın, bu ülkenin toplumuna soru sormamın araçları oluyor filmler. Çok kuvvetli kadın kahramanlar bunlar, kaderlerinin iplerini kendi ellerine almak için çaba sarfeden kadınlar ve ben de Nesrin olarak böyle olmak istiyorum. Hayatın içinde kendi kaderimi kendim tayin etmek, bu yolda korkmadan yürümek “Hayır ben bunu seçtim ve bu yüzden bunu yaptım” diyebilmek ve bunu yüzüm kızarmadan yapabilmek istiyorum. Dolayısıyla filmler çok önemli araçlar, elbette ki onlardan bana çok şeyler kalıyor. Cebimdeki taşlar gibi, yerimde ağırlaşıyorum. Bu karakter üzerinden bunları da sormuş oldum hayata, bu ülkenin erkeklerine, erkeksi zihniyetine diyebilmiş oluyorum. Çok ürkütücü bir şey bir yandan da; Medine için bir sürü eleştiri de gelebilirdi.
Annemin Şarkısı filmine geçersek o filmdeki karakter duygusal ve mücadele anlamında bunun tam zıddı denilebilir. Bir oyuncu olarak oradaki pasifliği nasıl algıladınız?
Ben yelpazemi genişletmeyi çok istiyorum. Zeynep de bir yandan “Sen istesen de istemesen de ben bu çocuğu doğuruyorum” gibi bir cümle ediyor ama bunu çok yumuşak bir şekilde erkeği de kollayarak ve onu da incitmemeye özen göstererek yol almak istiyor. Erol’un (Mintaş) bana tarif ettiği “Evet bu kadın kendi başına var olabilir ama bunu bağırıp çağırmadan yapmayı seçecek bir kadın” demesi beni etkilemişti. Kuzu’dan hemen sonraydı bu film arada televizyonda da çok sert bir kadını oynuyordum Görüş Günü Kadınları’nda, bu yüzden Zeynep’i çok istedim. Yelpazenin öteki ucuna gidip başka bir şey deneyimlemek, daha yumuşak bir ton tutturmak, daha yumuşak bir oyun bulmak istedim. Bir de Erol proje daha bir cümleyken bahsetmişti, Zeynep çok dönüştü, Erol senaryo ile çok uğraştı. Filmi izledim, benim için sürpriz oldu, bir sürü sahne de yok filmde. Şu an gördüğünüz kadarı üzerinden konuşmak zsorundayım halbuki benim okuduğum ve çekilen başka bir şeyler de var ama insanlar bu kadarını görecek. Oyuncu olarak ne kadar çok şey deneyimlersem, kendi içimde ne kadar zıt uçlara gidebilirsem o kadar iyi diye düşündüm.
Bu filmdeki annenin özelinde baktığımız zaman kadının dili siyasetten uzak, o kendi hayatını, çocuğunu, ailesini, tarihini koruyor. Çok kadınsı, çok sahiplenen bakış açısı, O kadının bakış açısı bize başka bir şey öneriyor olabilir mi?
Elbette. Bence özünde savaşmak ve savaşla ilgili herşey devletlerle, iktidarlarla, bir takım güç odaklarıyla ilgili ve erkeksidir ama onun dışında toprağın kokusunu bilmek, bir şey ekmek, oradan bir şey yeşermesini sağlamak, ağaçların isimlerini bilmek, bitkileri tanımak, bir şeyi korumaya çalışmak, yeşertmeye çalışmak, yaşamasını sağlamak kadınsıdır ve halktır. Halklar kadınsıdır, iktidarlar erkeksidir. Halklar kadındır, savaşlar erkektir. Bu film çok kadın bir şeyi anlatıyor anne karakteri üzerinden ama öteki kadını da, oğlu da bağlayan evrensel bir öykü anlatıyor. Neredeyse Çehovvari bir evrensellikle toprağına geri dönmek isteyen, toprağından zorla edilmiş, ait olmadığı yerde nefes alamayan, pencereden dışarı baktığında memleketinin düzlüklerini, atlarını, dengbejlerini duyan ama gerçekte sadece hiç bir yeşili olmayan ve nefes alacak hiç bir yer olmayan o korkunç siteleri gören sıkışmış bir annenin öyküsünü anlatıyor. Bu öyküler çoğaldıkça bunları konuşmaya başlayacağız ve barışı konuşmaya başlayacağız. Bu tek alternatif gibi geliyor bana. Formu ne olursa olsun öykü anlatıcılığı, sinema yapmak da olabilir, sözlü tarih de olabilir, resim yapmak, müzik yapmak ne tür olursa olsun harmanlanmak barışmanın ve birbirini dinleme pratiği edinmenin tek yolu.
Yaşadığımız bütün problemlerin altında biliyoruz ki aslında kapitalizm var, Türk sinemasının en muhalif kanadı Kürt yönetmenler. Sinemadaki bu muhalif kanadın kapitalizm problemine yeterli bir sınıfsal bakış açısıyla bakabildiğine inanıyor musunuz, etnik açıdan bakılınca aynı dertten muzdarip olanlar arasında başka bölünmeler yaratılmış olmuyor mu?
Kürt sineması Türk sineması diye ayırmak bana çok acı geliyor. Türkiye sineması bugünkü haline, bu dertleri bu haliyle konuşabilme özgürlüğüne daha o kadar yeni geldi ki… Bunu sadece bir aşama, bir basamak gibi görüyorum. Bir dil var ortada milyonlarca insanın konuştuğu ve bu dil hala eğitim dili değil. Çok yakın zamana kadar insanlar evlerinde bu dilde kitap bulundurdukları için, dengbej kasetleri dinledikleri için, Ciwan Haco dinledikleri için gözaltına alınıp işkence görüyorlardı, öldürülüyorlardı. 30 bin ölümden bahsediyoruz, hapse girmiş çıkmış 500 bin insandan bahsediyoruz, 30 yıl süren canlı, sıcak savaştan bahsediyoruz. İnsanlar duygusal olarak bir boşalmalılar gibi bir his var içimde. Elbette ki herşeyin en üstünde ve en önünde sınıfsal mücadele ve sınıfların mağduriyeti var ve elbette ki evrensel olan ve konuşulması gereken ve dert edinilmesi gereken en acil mesele bu ama bir halk var ortada ve sadece dilinden dolayı, sadece etnik unsurundan dolayı çok uzun seneler, bütün cumhuriyet tarihi boyunca çok işkenceler gördü, çok acı çekti. Daha yeni yeni yasaklanmadan bir şeyler olmaya başladı. Bu sene bile Musa Anter’le ilgili bir belgesel film gösterilirken Toma bekledi kapıda. Biz sanatsal anlamda o kadar emekleyen bir bebeğiz ki, o kadar ayağa kalkmamış vazitteyiz ki elbette ki önce bizi kalbimizden çok yaralamış şeyleri konuşacağız ve onlara öncelik vereceğiz. Bunlardan sıyrıla sıyrıla gerçekten sinemayı konuşmaya başlayacağız. Meselelerimiz bizim ayak bağlarımız onlardan kurtula kurtula sanatı konuşmaya başlayacağız, sansürsüzlüğü konuşmaya başlayacağız, özgürleşeceğiz. Etnik kökenimiz bizim zincirimiz bu ülkede. Bu zincirleri kırmadan saf sinema üzerine konuşmak çok zor.