Yazıya festivallerle ilgili genel düşüncemi yazarak başlamak istiyorum. Yerel yönetimlerle taçlandırılmış, belediye başkanlarının politik arenasına dönüşmüş olmalarının festivallerin önünü tıkayan başlıca unsur olduğunu hep söylerim. Beşer yıllık süreçlerde, ülkenin rüzgarı ne tarafa eserse, halkın birikim ve dayanışması hangi isme yoğunlaşırsa festivallerin yönü de o tarafa esiyor. Yerel yönetimler festivalleri diğer oluşumlara, partilere kafa tutulacak, hatta kendilerini ifade edecek alanların başında görüyorlar. Bu da festivaller ve onları oluşturan ekiplerin sürekli değişmesine, her sene biz basın mensuplarının da ‘bu sene de gider miyiz’ acaba diye kaygılı ama esprili yakınmalarına sahne oluyor.

Yıllarca Altın Portakal’ı sırtlanmış AKSAV’ın işlevi yeterliliği ya da bakış açısı tartışılır (o da fazla CHP’li bulunmuştu en son, öyle hatırlıyorum) ama festivalin tıkır tıkır giden bir akışı vardı. Sonuçta tecrübeler türlü aksaklıkların önüne geçiyor ve bu da yaşanmışlıklarla sabittir. O yüzden AKSAV feshedildiğinde arkasından büyük bir yetersizlik dalgasının geleceğini hissetmiştim. Bununla ilgili bir yazıda yazmıştım. Her sene bir festivalin ekibi değişiyorsa aksaklıklar da arkasından bombardıman şeklinde geliyor. Nitekim bu yıl da böyle oldu. Elif Dağdeviren’in başını çektiği yönetim kurulu ortaya çıkan sansür krizini ya umursamadıkları için ya da bu kadar tepki çekeceğini düşünmedikleri çok da ciddiye almadılar. Hatta Festival Komitesi’nden Alin Taşçıyan’ın kendi köşesinde herkese kafa tuttuğu bir yazısına tanıklık ettik. Festival 51. yılında bütün prosedürleri ve kriz çözme yöntemlerini geride bırakarak, komiteden birinin yazdığı gazetede herkese had bildirme yöntemini mi seçmişti? Ya da buna izin mi vermişti. Bu inanılmaz gerçekten de…

Oysa krizleri yönetmenin daha sakin yolları vardır. Diğeri yani ortalığı kızıştırmak bana çokça cumhurbaşkanının (başbakan olduğu zamanları dikkate alarak) yöntemi gibi geliyor. Hep söylerim gezi parkının seyri daha farklı olabilirdi, keza şimdi onca insanın mücadele ettiği, tepkisini ortaya koyduğu Kobane de. Ama ortada kriz yönetmekten çok, farklı bir savaşma yöntemi oluyor ve bu da genelde olası krizi büyütüyor. Bu olayı da aynen buna benzettim.

Festivalde bu yıl benim açımdan zincirleme olaylar yaşandı. İlki festivale çağrılmamamdı. Bunu sorun yapacak biri değilim, sonuçta festival görmemiş insanlar değiliz. Ama bir haksızlık yapıldığı da gün gibi ortada! Altın Portakal’a 1997 yılından beri her yıl gidiyorum. En alasından bütün filmleri izler, yorumlarımı yapar yazılarımı da eğrisi ve doğrusuyla yazarım. Bazı iş bilmezlerin dediği gibi havuz sefalarının derdinde değil kimse, herkes film izlemenin peşinde! (Ha sinema yazarı olarak gelmeyen kişilerin durumu beni ilgilendirmez!) Kimseye yaranma kaygısı olmadan yaparım bunu. Çünkü sinemanın bağımsız olduğunu düşünüyorum ama gelin görün ki sinemamız ve hele ki festivaller hiç bağımsız değil. Bunu bu yıl derinden yaşadık ve gördük!

Çağrılmama meselesinin üstüne fazlaca düştüğüm söylenemez, çünkü baştan vetolu olduğum hissettirildi bana. Altın portakaldan bu konuda gelen yanıt tatmin edici olmadığı gibi bu sene kurulan film forum ekiplerinin fazla olmasının basın mensuplarının sayısını düşürdüğü gibi komik bir sebep söylendi. Yani film forum var, basın yok! Böyle bir sebep sunmak kimim aklına geldi bilinmez ama yemedik. Bi kere basın listesiyle konuk listesi ayrı olmalı. Sinemamızın yüzüncü yılının yapıldığı, kulağımıza gelen festival bütçesiyle uçukladığımız bir durumda bu mazeret gerçekten de komik oldu.

Bu olaydan bir iki gün sonra zaten sansür olayı koptu. Hala tam netleşmeyen, kimin kime sansür yaptığı çok da anlaşılamayan bir durum var ortada aslında. Filmler seçilirken devreye giren festival komitesinden birileri, avukatlar zaten festivalde nasıl bir arka plan olduğunu gösterdi bize. Yani bağımsız bırakılmış bir ön jüri izleğinden bahsedemiyoruz. Tatmin edici olmayan açıklamalar, ilk fitili kimin ateşlediğine dair cevap verilemeyen sorular vs… Sonuçta ortada bir sansür var, ben baştan beri kendi adıma daha önce filmini izleyip yazdığım Reyan Tuvi’nin yani Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselinin yanında yer aldım. Ön jürinin açıklaması, filmin seçilmesine rağmen festival komitesi tarafından devre dışı bırakılması hoş değildi! Ortalık alevlendi, Can Candan belgesel ana jüri başkanlığından istifa etti. Ama Tuvi birkaç düzeltmeyle (küfürlü altyazı çıkarması) filmin tekrar yarışmada yer aldığını söyleyince adeta donduk kaldık. Mesela Ruvi’nin hangi şartlarda, hangi arka planda bunu kabul ettiğini de öğrenemedik. Çünkü günlerce sansür var tartışmaları öyle bir kıvama gelmişti ki, ancak festivalin ilk haliyle filmi yarışmaya alması bir kazanım olabilirdi. Bu haliyle gösterilen tepki de çöpe gitti adeta… Kandırılmış hissettim kendimi. Ve festivali protesto eden insanlar da. Ama etkisi hala devam ediyor, insanlar festivalden filmlerini çekiyor, ulusal yarışma dışında! Onların kılı kıpırdamadı, baş tacı olduklarının farkındalar sanırım.

Belgeseller ve kısa filmler ulusal filmlerin yarıştığı festivallerde hep arka planda kalır. Dertlerini ancak ödül almaya çıktıkları iki kelamla söyleyebildikleri için etkileri de az olur. Bu da dikkat çekmek istediğim konulardan biri olduğu için kısa filmciler ve belgeselcilerle röportaj yapıyorum hep, onların da söyleyecek sözleri olduğunu bildiğim için. İlk defa bir festivalin akışına yön vermiş oldular, birlikte dayanışma içinde davranarak yarışma bölümünü iptal bile ettirdiler! Yani bir belgesel, yıllarca yok sayıldığı ulusal festivallere tokat gibi çarptı bu bölümün önemini! Bundan sonra, elbette sansür hep vardı bu ülkede, ama daha dikkat edilecek artık eminim! İnsanların tepkileri daha fazla dikkate alınacak, sinemanın sokulmak istendiği kalıplar, dayatılan festival filmi algısı, aynı ellerden çıkma oluşumlar, kendi çıkarları doğrultusunda üretim yapmaya zorlanan insanlar eminim daha fazla ses çıkaracak, yani ben böyle olmasını umut ediyorum. Ama insan hafızası pek fena, unutkan. Seneye kaldığımız yerden devam etmeyiz umarım!

Bir de bu tepkileri koyan bizleri festivali sabote etmekle, hatta yaptırmamaya çalışmakla suçlayan birileri oldu ki, onların da festivalle organik bağları ayan beyan ortada. Festivaller, sinema biziz, siz kimsiniz demeye kadar vardırdılar öyle ki işi… Oysa bu tepkileri festivalleri belli bir standarda, eşitlikçi ve özgürlükçü yapıya geçirmek için bir amaç olduğunu düşünebilirlerdi. Bu sene filmi yarışıyor, danışma kurulunda vs. diye haksızlıkları görme noktasına gelen sektör insanlarının da sinemaya ne derece önem verdikleri bu şekilde ortaya çıktı. Merak etmeyin festival yapılmasın diye değil, daha iyi yapılsın diyeydi o tepkiler! Ama anlayana!

Benim durumuma gelince; sinemamızın yüzüncü yılı için festivale hazırlanan kitaba ‘sinemamız edebiyatımız’ üst başlıklı bir yazı hazırlamıştım. Beni yazar olarak fazla bulan, film forumun karşısında sayısı azaltılmış basın mensuplarının arasına sokan festival bu kez, beni kitaba yazı yazan yazar olarak çağırdı festivale. Şaşırdım elbette ve kesinlikle ‘basın davetlisi’ olarak veto yediğime karar verdim. Vetoyu yapanın da komitede yazdığı yazıyla ve çoktandır değişen üslubuyla sinema yazarlarını biçip geçen isim olduğunu düşünüyorum. Ama bu yasaklamalar ve dayatmalar karşısında hep şunu söylerim.

Yerel yönetimler ve orada boy gösterenler geçicidir. Birçok festivale tanıklık etmiş biri olarak söylüyorum bunu. Asıl olan festivale gönül veren izleyici, yıllardır sinema yazarlığını değişen, kısıtlanan ülke gündemine rağmen yapmaya çalışan sinema yazarları ve film çekmeye çalışan yönetmenlerdir! Festivaller devam eder, ekipler değişir ama inanın kalıcı olanlar gazeteciler ve sinema yazarlarıdır. Heyecanlı blogcular, genç ve bağımsız yazarlardır! Onları görmezden gelmek, onlara ‘sansür’ uygulamak kimsenin haddine değildir! Kimin sinema yazarı olduğunu sorgulamak da aynı şekilde. Kimsenin tekelinde değildir yazarlık, herkes yapsın, hatta bulabildiği mecrayı kullansın sinema yazmak isteyenler! Sansür; çağrılmayan, davet ulaşmayan, dikkate alınmayan sinema yazarlarından, gazetecilerden başlıyor ve sektörün geneline yayılıyorsa festivali yapanlar oturup düşünmelidir bence!

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.