7 Kasım’da vizyona girecek olan Deniz Seviyesi’nin iki genç yönetmeni Esra Saydam ve Nisan Dağ ile Türk sinemasında kadın yönetmen olmanın zorluklarını konuştuk…
Sinemamızda feminist vurgusu olan filmlerin azaldığı bir gerçek. Ama buna karşın kadın yönetmenlerimizin de sayısı artmakta. Gelecek yıllarda kadına şiddeti ve toplum içinde var olan kadının sorunlarını işleyen birçok film seyredeceğiz diye düşünüyorum. Deniz Seviyesi filmitrajik bir film olsa da alt metinlerinde güçlü bir kadının portresini de çizmekte. Filmi yazan ve yöneten iki genç yönetmen Esra Saydam ve Nisan Dağ ile konuştuk. Hayatta birisi tarafından kurtarılmanın bir zayıflık belirtisi olmadığını söyleyen yönetmenler. Erkek veya kadın fark etmez hapimiz hayatın bir noktasında kurtarılmaya ihtiyaç duyarız dediler. Hak vermemek elde mi?
Senaryo nasıl ortaya çıktı?
Esra Saydam: Biz ikimiz de Columbia’da okuduk. İlk senemizde herkes bir senaryo yazıyordu. Bu şekilde filmin önce kısa metraj versiyonu ortaya çıktı. Ama Amerika’da falan geçiyordu o zamanlar. Çekmedik bu senaryoyu ama beynimde baskın bir yer edindi, hatta karakterler beynimde biraz değişmeye başladı. Sonra Nisan’la tanıştım. Şükran gününde tatilimiz vardı, Amerika’daki insanlar hep o gün aileleriyle takılıyorlardı, doğal olarak kendimizi yetim hissediyorduk. Ben araba kiraladım, gel gidelim dedik. Çok güzel bir yazlık kasaba vardı, oraya kışın gittik. Orada bir beyin fırtınası tatili yaptık.
Nisan Dağ: Orası zaten hayalet şehir gibiydi.
Esra Saydam: Evet, aynen öyleydi. Sadece sanatçılar oturuyor falan hani. Orada oturup konuşurken bu senaryodan Nisan’ın da çok etkilendiğini anlayıp heyecanlandım ben. Senaryonun sadece kısa film versiyonu vardı. Daha sonra beraber oturup geliştirmeye başladık. Senaryoyu geliştirdikçe Amerika’da bulunmamız nedeniyle Türkiye’ye olan özlemimiz de arttı. Hikaye bir anda Amerika’dan Türkiye’ye geçti, konu bizim Türkiye’de ki yazlık aşklarımızı özlememizden yürüdü ve sonunda bu senryoyu yazmaya başladık.
Şu benim dikkatimi çekti, bu kadar kişisel anıların da baskın olduğu bir film olmasına rağmen bazı arkadaşlar filmin çok eril bir bakış açısıyla anlatıldığı konusunda eleştiriler yaptı.
Esra Saydam: Erkek bakış açısı değil de, daha çok kadına duyarlılık az olarak çekildi diyebiliriz. İkisi bence çok farklı şeyler.
Peki bunun neyden kaynaklandığını düşünüyorsunuz?
Nisan Dağ: Bana şöyle geldi, erkek bakış açısıyla demek, sanırım benim anladığım kadarıyla, kadın haklarıyla ilgisi olmayan, kadınların kahramanlaştırılmadığı bir tarz, ki bence bu erkek bakış açısıyla çekilmiş demek değildir.
Sanırım söylenmek istenen şey, oradaki karakterin fazlasıyla erkeklere teslim olduğu ve/veya bu karakterin kişiliğinin bir erkek tarafından şekillendirilmesi diye düşünüyorum.
Esra Saydam: Şöyle birşey, filmin konusu zaten bir kadının iki erkek arasında kalması. Bu tepeden bakınca bu kadarmış gibi gözükebilir fakat konuya derinlemesine baktığınızda bir kadının geçmiş ile gelecek arasında da sıkışıp kalması olarak da yorumlanabilir. Bilmiyorum, belki bu Damla karakterinin hayatında ve işinde çok güçlü güçlü takılıp, altındaki insanlara sürekli patronluk tasladığını göstermedik, sonuçta bu şekilde gösterip özgür kadın imajını ön plana çıkarabilirdik ama bu şekilde göstermememiz Damla karakterinin özgür birisi olmadığını kanıtlamıyor. Ve şahsen bu tarz sorularda benim kafam karışıyor çünkü, Damla hayatında en çok sevdiği insan olan, yazlıktaki aşkını, yani Burak’ı, bırakıp Amerika’daki eğitimi tercih ediyor. Bu baya bir özgür kadın hareketi gibi geliyor bana. Hatta bencilliğe varan bir tavırla böyle bir hareket yapıyor. Şimdi çok hikayeye girmek istemiyorum ama bir sırrını söylemiyor, problem olur, bela olur diye, hayatına devam ediyor. Belki hata bizde, biz bunu seyirciye tam veremedik fakat, Damla karakteri kocasıyla beraberken bile yazlıktan tanıdığı canı ciğeri Burak’ı çok özlüyor. Ve biz genellikle çok özlediğimiz insanların hiç kötü huylarını hatırlamayız. Hep böyle ideal halini hatırlarız, sanki o kişi bir süper insanmışçasına. Bütün beynimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı o geçmişimizdeki insana fokuslarız. Burak karakteri insanlara biraz mükemmel geldiyse, nedeni zaten budur. Sonuçta hikaye Damla’nın hatıralarından oluşuyor. Ve sonuçta kadına yüklendik fakat o kadın da biziz yani… Kendimize de yükleniyoruz.
Ben de tam onu soracaktım, tüm bunlar biraz da kendinizi acımasız bir şekilde yargılamanızdan kaynaklanmıyor mu?
Nisan Dağ: Ben de bu eleştirileri takip ediyorum, yazan arkadaş: “Erkeğin kurtarıcı olduğu bir film olmuş bu, keşke olmasaydı, içler acısı.” gibisinden şeyler yazmış. Ben de feminist bir insanımdır aslında, Esra’da öyle. Fakat bizim feminizm anlayışımız biraz daha farklı. Sonuçta biz kamu hizmeti yapmıyoruz, bir hikaye çekiyoruz. Belki ben kadın hakları ve özgürlüğü ile ilgili bir film çekmedim ama sonuçta gişede sağlam hasılat yapmış ve bir başarıya ulaşmış bir kadın yönetmen olarak kadınların özgürlüğüyle ilgili daha büyük bir mesaj da vermiş olabilirim. Dolayısıyla bizim feminizm anlayışımız burada biraz ayrılıyor bu eleştirilerden. Yani sonuçta şu an böyle bir film yapmamız demek değil ki ilerde de kadın haklarıyla alakası olmayan bir film yapacağız. Ayrıca ben kendimin ve diğer kadınların böyle bir sınırla belirli bir seviyeye indirilip belirli kalıplar dışına çıkmasına izin verilmemesinin doğru olmadığnı düşünüyorum. İnsanlar katman katmandır, neden bu tarz filmleri kadın filmi, erkek filmi diye ayırıyoruz? Bence bu tarz konularda çok daha karmaşık ve derinlemesine yapılar var.
Esra Saydam: Kurtarılmak konusuna gelince, kimse kimseyi veya kendisini kandırmasın… Her insanın hayatının bir yerinde, bir noktasında, başka biri tarafından kurtarılma ihtiyacı duyduğu bir an gelir. Yoksa dünyada intihar eden insanlar olmazdı. İnsanların birbirine ihtiyaçları var ve bir bağ kurmak zorundalar. Sonuçta ben bu bağı heteroseksüel biri olarak bir erkekle paylaşabilirim, yani kısacası mesele bir erkeğin bir kadını kurtarması değil, mesele bazı insanlar kendilerini kötü hissettiklerinde birisine ihtiyaçları olduğudur. Bu ihtiyaç duyulan kişi anne de olabilir, baba da olabilir, bir aşıkta olabilir… Böyle bir konuda kadın erkek ayrımı yaparak herşeyi genelleyemem. Tabi herkesin kendi algısı var, kendi tecrübeleri ve kendi anlayış tarzı var, buna da saygı duyuyoruz ama ben zaten doğuştan kadın doğduğum için istesem de istemesem de bir kadın perspektifi taşıyorum.
Kadın yönetmen olduğunuzda size bazı misyonlar yükleniyor, bu misyonlar bazen gerçekten de ağır olabiliyor. Bu da doğal olarak bir baskı oluşturuyor. Bu baskıları siz de hissediyor musunuz?
Nisan Dağ: Biz çok burnumuzun dikinden giden insanlar olduğumuz için bu tür baskıların bizi etkilediğini veyahut etkileyeceğini zannetmiyorum ama hani baskı değilde daha çok bu şekilde algısal yorumlar geliyor, tabi Esra’nın dediği gibi herkes istediğini düşünmekte özgür. Şu da var ki, bu tür yorumlar filmle ilgili olduğunda gerçekten de çok hoş bir his oluyor… Sonuçta insanlar filmimizle ilgili tartışacak kadar önemsiyor.
Esra Saydam: Londra’yı anlatabilirsin. Londra’daki yorumlar buradaki yorumlarn tam tersiydi bu arada.
Nisan Dağ: Evet, Londra’daki izleyiciler ve eleştirmenler konuyu daha farklı algıladı. Damla’yı mesela, tabi ki de haklı diyip erkeği fazla maço buldula. Doğu batı anlayış ve kültür farkından kaynaklanan birşekilde. Batıdaki insanlara fazla maço ve boğucu gelen erkekler buradaki insanlara mükemmel erkekmiş gibi geliyor mesela. Ki bence değil. Burada beğenilen erkek tipi batıda çok fazla ağır kaçıyor.
Sonuçta yurtdışından gelmiş olmanıza rağmen Türkiye’de Türk bir ekip ile filminizi çektiniz, yurtdışında oyunculuk kurallı ve metodlu oyunculuktur. Belli bir sisteme oturtulmuştur. Fakat Türkiye’de böyle birşey yoktur ve tüm oyuncular el yordamyla öğrenmiştir oyunculuğu. Bu belirsizlik içinde nasıl çekebildiniz filminizi?
Esra Saydam: Şöyle söyleyeyim, oyuncular çok fazla bir sisteme oturmuyor en azından bizim oyuncularımız gibi iyi olan oyuncuların algıları çok fazla açık oluyor ve öğrenmeye çok meraklı oluyorlar. Şunu da söylemeliyim ki, buradaki oyuncular bu sistemleri ve kuralları bilmiyor değiller sadece burada çok fazla uygulanmadığı için pratik etmemişler. Biz mesela ilk baştan daha senaryoyu yazarken ekibin bir kısmı ile konuşmaya başladık. Onlara kendi sistemimizi anlattığımızda, Rıfat’ta Damla’da çok açıktılar ve sonrasında çok heyecanlandılar. Çünkü yeni birşey ve aslında böyle şeylere de açlar yani. Hikayeye daha fazla hizmet etmeye aç olduklarını hissettim ben. Hani böyle bir rol var git oyna gibi değil de, bu karakterleri gerçekten de dünyalarına alıp yaşadılar. Ondan sonra Damla ve Rıfat’la bir test çekimi yaptık Bornova’da ve aralarındaki kimyaya hayran kaldık. Zaten Damla’da karakterini oynamaktan büyük bir haz aldı. İlginç yanı da Damla karakterini oynayan kızın gerçek adı da Damla’ydı. Normalde derler ki, mümkünse oyuncu ile karakterin isimleri aynı olmasın, çünkü bu oyuncuyu gerçekliğe döndürür ve karakterinden uzaklaştırır. Ben bunu düşündüm fakat daha sonra farkettim, bu karakterin adı Damla olmalıydı. Damla’dan başka birşey olamazdı.
Nisan Dağ: Enteresan olan, oyuncular ve senaryo arasında interaktif bir ilişki vardı.
Esra Saydam: Evet.
Nisan Dağ: Mesela önce elimizdeki senaryodan yola çıkarak oyuncular karakterleri şekillendirdi. Onlar şekillendirdikçe biz senaryoyu ona göre yönlendirdik. Bu şekilde döngüye sardı ve istediğimiz mükemmel hale geldi. Gerçekten aklınızda sadece hayali karakterler varken ile o hayali karakterler bir kişilik bulduktan sonraki hali arasında büyük bir fark oluyor. Birden bire yarattığnız karakterler ete kemiğe bürünüyor resmen.
Ahmet Rıfat’ın üç maymun filmindeki karakteri ile şuan ki rolü arasında birçok benzerlik görüyorum. Sessizliği sakinliği, kendi hayatına çekilmiş olması falan. Fakat Damla’ya geldiğimiz zaman Damla’nın fazlasıyla romantik bir vücut dili var. Halbüki bu filmde negatif bir karakter.
Nisan Dağ: Cadı.
Esra Saydam: Minik cadı.
Şimdi ne zaman bir oyuncu kendi kişiliğini de bir karaktere katsa, kendi negatifliğini de yükler. Bu kişiliğiyle alakalı birşey. Ve Damla’da da öyle olduğunu düşünüyorum. Damla ile çalışmayı nasıl çözdünüz?
Esra Saydam: Bence biz öyle bir sinerji oluşturduk ki oyuncular arasında, Damla’nın duygusal olduğu sahneler de vardı tabi ki fakat o, o kadar iyi anladı ki, Rıfat’la çalışırken de, hiçbir şekilde bir fondaktik oyunculuk yoktu. Bence aralarında o kadar büyük bir güven oluştu ki, herkes kendi oyunculuğunun en üst noktalarına çıkabildi diye düşünüyorum.
Nisan Dağ: Mesela Damla’yla karakter yaratımı üzerinde çok çalıştık. İnternetten kıyafet sitelerinin hepsine bakıp, Damla karakteri neleri giyerdi, diye tartıştık. Birçok ön çalışmamız oldu, Damla geçmişinde neler yapmıştı falan. Belki bunlar da çok etki etmiştir.
Esra Saydam: Evet, evet bu çok önemli.
Aynı zamanda yapımcılıkta yapıyorsunuz ve bu çok önemli birşey.
Esra Saydam: Evet, bu feci önemli birşey.
Yapımcılığınız devam edecek mi, yoksa?
Esra Saydam: Devam etmek istiyorum. Yaratıcı Yapımcı da olmak istiyorum. Bence her ne kadar kabul etmeseler de, Türkiye’deki yönetmenler yardım istiyorlar. Gerek Senaryo geliştirme de olsun gerekse yönetmede olsun.
Nisan Dağ: Yazarlık başka birşey bence, bir insanın başka bir insanla beraber beyin fırtınası yaparak yazması gerekiyor. Yönetmenlik ise başka birşey. İkisini birden aynı anda yapabilmeyi beklemekse oldukça zor. Tabi çok yetenekli insanlar var ülkemizde bunu yapabilen ama ne bileyim ben mesela birçok insanı teşvik ediyorum yani. Birisiyle beraber çalışın, diye.
Esra Saydam: Tarantino’nun bile mesela bir yapımcısı var, hep bu yapımcı ile beraber çalışıyor. Neden? Çünkü bu yapımcı onun can ciğer dostu ve bu işten de anlıyor. Herkesin aslında sevdiklerine ve güvendiklerine profosyonel birşekilde ihtiyacı da olabilir. Bunun bir kompleks nedeni olmaması gerekiyor bence.
Nisan Dağ: Bu iş bir takım işi ve bence bu yol tek başına yürümek için çok fazla karanlık ve uzun bir yol. Kolkola girip o yolu beraber yürüyebileceğin insanlar varsa ne ala.
Ben de bu işe şu şekilde bakıyorum, sinema bir çatışma ortamı. Yönetmen yapımcı, oyuncu çatışması, Bu çatışmalar sayesinde de filmler ilerliyor ve mükemmeleşiyor.
Esra Saydam: Evet.
Peki siz ikinizin arasında bu tarz çatışmalar hiç oluyor mu?
Nisan Dağ: Biz, oooo, biz sürekli çatıştık.
Esra Saydam: Biz ikizler kesinlikle değiliz, tabi aynı kafada da değiliz. Ama hani ben onun projeye ne kattığını biliyorum o benim projeye ne kattığımı biliyor.
Nisan Dağ: Birbirimizi tamamlıyoruz yani. Bir de şu var ki, mesela Amerikan Güreşinde vardır ya, birisi oturur, diğeri onun kaldığı yerden devam eder. Tabi ki de ikimizin de zaman zaman yorulduğu, tükendiği anlar oluyor, o anlarda birbirimize de çok destek veriyoruz. Çatışma tabiki de, fakat bu çatışmalar rahat çatışmalar çünkü asla kişisel yerlerden değil ve her zaman saygı çerçevesinde oluyor. Çatışmalarımız bol bol oluyor fakat bu çatışmalar bizi yaralayacak çatışmalar değil ileriye götürecek çatışmalar oluyor.
Son olarak izleyiciler için sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Esra Saydam: İnşallah, diyorum ben, sevdiklerini anmak için bir mazeret olur.
Nisan Dağ: Yani ben de iyi seyirler diliyorum.