Belgesel yönetmeni Turgay Kural’la geçen sene tanışma fırsatı buldum. Ne istediğini bilen, hedefleri net, hem akademik hem de sektörel anlamda çeşitli aşamalar kaydetmiş bir arkadaş. Son belgesel çalışması Cibik’le, katıldığım ya da jürisi olduğum farklı festivallerde karşıma çıktı. Doygun, alt metinleri bol, görseli muazzam bir belgesel Cibik. Aldığı ödüller de bunu kanıtlamakta zaten. E hal böyle olunca kısa film ve belgeselcilerle yaptığım röportajlara onu da eklemek elzem hale geldi. Bakalım Turgay Kural’ın belgesele bakış açısı nasıl?

Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?

Aslen Sivas /Gürünlü olmakla beraber 1984 Malatya doğumluyum. Sinemaya olan ilgim  fotoğrafçığa geçtikten sonra başladı. Bundan 10- 15 yıl kadar önce lise çağlarımda babamın Libya’da çalıştığı dönemlerden kalma, eski bir practica fotoğraf makinesiyle fotoğrafa başladım. Şehir merkezinde fotoğraf çekiyordum. Daha sonra Malatya’nın hemen hemen tüm kasaba, köy ve mezralarını gezerek fotoğraf arşivimi genişlettim. Tabi bu durum yani köy köy, mezra mezra gezip farklı kültür, adet ve insanlarla tanışmak bana daha farklı bir bakış açısı kazandırdı. İçinde bulunduğum zenginliğin farkına vardım. Kısa süre sonra her gencin korkulu rüyası ÖSS sınavıyla yüzleşerek aklımda olan bölümü İletişim Fakültesini tercih ettim ve Kayseri’de Erciyes Üniversitesi’nde eğitimime başladım. Tam da isabet oldu diyebilirim çünkü; eskiden amatörce yaptığım işleri daha bilinçli olarak , bu işin eğitimini alarak daha profesyonel gerçekleştirme fırsatını yakaladım. Dört yıllık eğitimin ardında yüksek lisans eğitimimi de aynı üniversitede tamamladım. Konu olarak tamda bana uygun görsel zenginliği yüksek bir sinemaya sahip Ezel Akay sinemasını çalışmayı tercih ettim. Okul sürecinde ve sonrasında ulusal ve yerel gazetelerde foto muhabiri olarak çalıştım. Bir süre sonrada kendi şehrim Malatya’da valilik bünyesinde kurulan film atölyesinde yönetmen olarak Malatya kültürüne dair kısa metrajlı 17 belgeseli filme aldım. 4 kitap çalışmasında da fotoğraf çalışmalarıma yer verildi. Bu aralar öğretim görevlisi olma yolunda ilerlemeye çalışıyorum .

Senin için belgeselin tanımı nedir?

Benim için belgesel, içinde muhakkak sosyal mesaj barındıran, insanların daha önceden görmediği yada her gün karşılaştığı ancak; fark edemediği olayları, kişileri manipüle etmeden, yalın bir şekilde filme alınıp izleyicilerle buluşturulmasıdır.

Belgeseli bir araç olarak mı görüyorsun? Yoksa söz gelişi bir 10 yıl sonra da, belgesel çekeceğim diyor musun?

Her sene düzenli olarak belgesel film çekmeliyim diye bir kaygım yok. Ancak; yeri ve zamanı gelince içime sinen ve emin olduğum hikayeleri işlemekten mutlu oluyorum. Gezmeyi seven birisi olduğum için farklı coğrafyalara ait güzel projelerim var. Zamanı gelince hikayeleri belgesel olarak çalışmayı planlıyorum. Sanırım bunu hayatımın sonuna kadarda yapacağım.

Cibik’ten ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?

Tarz olarak, büyük şehirlerde yaşayan insanların kendi koşuşturmacasında unuttuğu, Anadolu’nun ücra köşelerindeki hayatları işlemeyi seviyorum. Birazda beni cezbeden emek hikayeleri oluyor. Özelliklede uzaktan bakıldığında bu iş üç- beş kuruşa asla yapılmaz denen işlerin hikayesini anlatmak. Bunu gözlemleyip daha sonra bu insanların varlığını hissettirmeyi, izleyiciye o insanların güzel emeklerini hatırlatmayı, en önemliside uzaklardaki emeğin kutsal olduğunu vurgulamayı seviyorum. Diğer İKİ belgeselimde olduğu gibi Ateşin Emekçileri-2010, (döküm işçilerinin çalışma koşullarını anlatıyor), Sarı Balık-2011 ( Donmuş Çıldır gölünde buz kırarak balık tutmaya çalışan balıkçıların bir gününü anlatıyor) Cibik’de bir emek hikayesini anlatıyor. Cibik, aslında 2 yıldan beri aklımda olan bir projeydi. Kayseri/Develi/Sindelhöyük köyüne foto röportaj yapmak için gitmiştim. 4 gün işçilerle kaldım. Alan taramasından sonra belgeselini çekmeye karar verdim. Bu karardan sonra aslında Kuş Cenneti olan Sultansazlığıgölü’nün donmasını bekledim. Bu göl Erciyes Dağı’nın eteklerinde Kış koşullarının gerçekten de çok zor geçeceği bir yer olduğu için doğa-insan mücadelesinin daha çetin olacağını biliyordum. Nitekim göl donduktan sonra ben dahil, 3 kişiden oluşan ekibimle 4,5 çadır gezdikten sonra en sinematik yüze sahip işçi çadırında belgeselimize başladık. Tabi kolay değil donmuş bir gölün üzerinde çok yabancı olduğunuz bir ortamda 34 gün kalmak. İlk 1 hafta zorlansak da kısa süre sonra ortama uyum sağlamayı başardık. Zorlandığımız tek nokta lavabo, duş ihtiyaçları zor karşılamamız oldu.   Bu 34 günlük maceranın 10- 12 günü hayatında ilk defa kamera karşısında çalışacak olan işçileri kameraya alıştırmakla geçti. İşçilerin en doğal hallerini yansıtabilmek için günlerce elimizde kamerayla güzel sohbetlerde bulunduk. Sonra çekim aşamasına geçildi. Ve işçileri en doğal haliyle filme almayı başardık. Birkaç etken Cibik belgeselimi yapmam için beni tetikledi. İşçilerin çok zor durumda çalışması, sazlıkta hiçbir şeyin asla zayi olmadan değerlendirilmesi, oradaki işçilerin tüm bu zorluklara rağmen demeti 1-2 TL ‘ye bu işi yapmaya mahkûm olmaları, birer ‘’modern köle’’ gibi bir türlü bitmeyen borçlarını sıfırlamak için Kış aylarında bile sabahın erken saatlerinden hava kararana kadar çalışmak zorunda kalmaları ve o uçsuz bucaksız sazlığın sinematik yapısı Cibik belgeselini çekmemi sağladı.

 

Sence hızla gelişen teknolojinin, belgesele ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?

 

Ben belgeselin duru ve yalın bir yapısı olması gerektiğine inanıyorum. Belgeselde çok tekniğe-teknolojik araçlara kaçılması beni rahatsız ediyor. Tabi bu durum her zaman geçerli değil. Mesela son nesil detay objektiflerin kullanılmasında bir sıkıntı yok. Ancak; uçan kameralar, jimijibler, garip kamera hareketleri vs. beni rahatsız ediyor. Elbette ki BBC, National Geographic gibi büyük yapımların tarzında belgeseller için teknolojiden yararlanmak şart. Ama dediğim gibi her yiğidin bir yoğurt yeme tarzı var. Ben ve benim tarzımda belgeseller hazırlayanlar için gereksiz geliyor hoşlanmıyorum. Ayrıca çok teknik belgeselin yapısına, ruhuna aykırı diye düşünüyorum. Olanı olduğu gibi belgelemek gerek. Belgesel kendini hikayesiyle, sinematikliğiyle konusuyla izletmeli.

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla çalışmak isterdin?

 

Belgesellerimde hikaye kadar önemsediğim diğer etken: Görsellik. Sanırım fotoğrafçı kökenli olduğum için fotoğrafik kare alma alışkanlığı ordan kalma bir durum. Doğal olarak sinema olarak beni cezbeden sizinde tahmin edebileceğiniz gibi Nuri Bilge Ceylan sineması. Kamera açıları, görsellik, herşeyiyle kendim birşeyler bulabildiğim güzel bir sinema biçimi. Yabancı yönetmenlerden ise Tarkovski.

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?

 

Türkiye’de sinema adına güzel işler oluyor elbette fakat; kısa sinemacıların daha çok desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle maddi açıdan zorluk çekiyoruz. Hele birde belgesel sinemacıysanız bu durum daha da zorluyor. Bulunduğum coğrafya üzerinden konuşursak, durum bu taraflarda daha da kötü. Herhangi bir proje ürettikten sonra en zorlu aşamayı işin sponsor kısmı oluşturuyor. Bir ekip kuruyorsunuz, ve bu ekibin konaklama, yol ve yemek masraflarını karşılamak zorundasınız. Bir belgesel filmin en kısa şekilde 1 ayda tamamlandığını düşünürsek kendi imkanlarınızla bir yere kadar. Sonrasında eli mahkûm bir şekilde ne kadar kendinizi zorlarsanız zorlayın iş maalesef sponsora dönüyor. Gönül istiyorki festivallerde özellikle kısa filmcilerin bölümünde ödüller biraz daha dişe tırnağa dokunur meblağlarda olsun. Olsun ki diğer bir projeyi iyi kötü finanse edebilecek bir şeyler kalsın. İlk etapta, ekonomik olarak rahat olunmalı ki güzel işler çıkabilsin. Biz kısacılara biraz daha destek.

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim

Belgesel sinema alanında çalışmalara devam edeceğim. Sanırım ömür boyu hiç de son bulmayacak. Yeni belgesel projeleriyle festivallerde yer almaya devam etmeyi düşünüyorum. Altın Koza’da ödül almaktan çok mutlu oldum. Sırada TRT ve Altın Portakal var. Belgesel alanında yurtiçi ve yurtdışında çalışmalar yapmak istiyorum. Özellikle Asya beni büyülüyor. Türk Cumhuriyetleri’nde çalışmayı çok istiyorum. Bakalım zaman bizi nerelere götürecek.

Fırat Sayıcı
1979, İstanbul doğumlu. 2001 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Malzeme Mühendisliği’nden yüksek lisansla mezun olmasına rağmen, üniversite yıllarında yaptığı sinema kulübü başkanlığı sayesinde, geleceğini ve mesleğini sinema-tv üzerine kurmaya karar verdi. Çeşitli kısa film, belgesel çalışmalarıyla işe koyulan ve Yıldız Kısa Film Festivali'nin kurucularından olan Fırat Sayıcı, yurt çapında çeşitli kısa film festivallerinde de jüri üyeliği yaptı, kısa film üzerine workshoplar düzenledi. 2008’de Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümünden mezun olan Fırat Sayıcı, Selçuk Üniversitesi Radyo-Televizyon-Sinema Bölümünde yüksek lisans ve doktora öğrenimini tamamladı. SİYAD üyesidir. TRT'de metin yazarı olarak başladığı televizyon macerasında birçok kanalda çeşitli programlarda görev aldı, sinema programları yaptı. Kurduğu Mad Informatics Ajansı’yla sinema-tv ve eğlence sektörüne PR ve sosyal medya hizmeti vermeye başlamıştır. "Türk Sinemasında Gerçekçilik" ve "Yeni Başlamayanlar İçin Sinema" adında iki sinema kitabı yayınlanmıştır. Esenyurt Üniversitesi Radyo Tv. ve Sinema bölümünde Dr. Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.