Temelini yaşanmış bir hikaye üzerine kuran ‘Orange Is the New Black’ ülkemizde henüz tam olarak izleyicisini bulamamış gibi görünse de yayınlandığı andan itibaren gayet önemli tartışmalara vesile olmayı başarmış farklı bir yapım olarak dikkate çekmektedir.
Ne de olsa Piper Kerman’ın “Orange Is the New Black: My Year in a Women’s Prison” adlı kitabından uyarlanan yapım kitaba bağlı kalmamaktan korkmamış bir Jenji Kohan yapımıdır ve Kohan karakterleri Amerikan halkının beş benzemez zengin etnik yapısından beslenen karmadan oluşturmuştur. ‘Hapishane’ uzam olarak adeta küçük bir Amerika evreninin düzenini ve bu günah yuvasının nasıl işlediğini temsil eder. Mahkumların çeşitliliği, farklı sosyal sınıfların dertlerini, arzularını ve gerçekleşmeyen veya gerçekleştiği için kabusa dönen rüyalarını anlatırken, özgürlüğün bile miktarına göre satın alındığı Amerikan trajedisi gözler önüne serilir. Neredeyse her mahkumun yenik düştüğü materyal zenginlik rüyası farklı maskelerle romantize edilerek rüyalarına girmiştir ve sonuçta soyut mutluluk peşinden katı hapishane duvarları tek somut gerçeğe dönüşmüştür. Ve bu katı gerçek dünya da din, dil, özgürlük, cinsiyet, ölüm bir daha bir daha sorgulanır, her sorgulama yeni gerçeklerle filizlenir. Gerçeğe geçildikçe değişen doğrular ve bozulan realite artık başka tanımlar ve değerler kazanır. Foucault’un panoptik hapishanesi bireyin ruhuna da girer ancak kodesteki gerçek ve oto kontrol mekanizması kuramlardaki gibi çalışmaz dizi de.
Dizinin kahramanı Piper Chapman ilk gençlik yıllarında tutkulu bir lezbiyen ilişki yaşar ve sevgilisinin uyuşturucu işlerine bir şekilde bulaşır, aradan geçen yıllarda heteroseksüel bir aşka düşmüştür ancak 2 yıl hapis cezası çekmek zorundadır. İçeri girdiğinde karşısında farklı ırk, din, sınıf ve görüşten kadınla kuşatılmakla kalmaz eski suç ortağı hatta sebebi sevgilisiyle de birlikte yaşamak zorunda kalır. Hikaye Chapman’la başlar ama Chapmansız da olur çünkü kahraman duvarlardır ve geri kalan herkes yardımcı rolleri paylaşır.
Hapishane, okul, hastane ya da tımarhane gibi daralmış mekanlarda kıstırılan ve çıkış izni olmayan insanların öyküleri her zaman dramatik, ilginç, izlemesi heyecanlı ve gerçek öykülerdir elbette. İzleyene göz dağı verir, tehdit eder, haline şükrettirir, duygulandırır, boşalmasına izin verir yani dışardakiler için kusursuz katharsis sağlayan uzamlardır. Özetle Piper Chapman ekseninde başlayan anlatı için de aynı durum geçerlidir, tüm diğer karakterlerin hikayesi de en az esas kahramanın macerası kadar merak uyandıracak şiddete, sıra dışılığa, tutkuya, açlığa, acıya, cesaret ve korkuya neden olduğu için ‘Orange is the New Black’ seyir keyfine keyif katan tatminkar bir iştir.
Anlatım dili ve yapısı dizi mantık ve tekniğine yenilik sunmak yerine var olanı mükemmel kullanarak karakter tasvirleri yapmayı tercih ediyor ve böylesi fazlasıyla yetiyor zaten. Çünkü kafanı nereye çevirsen ve alan derinliğine dahil olan hangi biyografiye yaklaşsan içine çeken kuyu da merakta büyütülüyor. İç içe ilerleyen kahraman tanımlama ve kahramanların birbirlerini etiketleme biçimi sade, net ve direkt olduğu için kısa yolla ve az malzemeyle çok şey söyleniyor aslında. Minimal anlatımın en zengin malzemesi olan ‘insan’ hapishane uzamında kendisinin en yakından gözetletilmesine ve kuşatılmasına teslimiyet zorunluluğuyla zengin mesajlar doğuruyor. Tek tek içeridekilerin yaşam öykülerine tam odaklanmadan, azar azar ip uçlarıyla seyirciyi yemleyerek ve bazen içeri tam olarak neden düştüğünü bile söylemeden karakterlerin derinliklerine iniliyor. İçine doğulan koşullar, sistemin dayattığı zorunluklar, kamçılanan arzular ve daimi eşitliksiz fırsatlar dünyasında bazılarının suça doğduğunu göstermekle yetiniliyor. Öyle anlar, yerler ve karakterler kesişiyor ki suçtan başka aksiyona imkan kalmıyor. ‘Ne yaptı da hapse tıkıldı’ sorusundan ziyade ‘o ortamlar nasıl yerler, oralarda insanlar nasıl yaşar, ne kadar dayanır, dayanılır mı’ soruları önem kazanıyor. Kısacası katil olmamak, uyuşturucu içmemek, satmamak, çalmamak ve hatta cinsel tercihlerine bile karar verememek normal olabilir çünkü bazılarının koşullarında zemin aşırı kaygan, tehlikeli, sahte ve tekinsizdir.
Diziyi vazgeçilmez kılan ise hapishane duvarlarının kıstırılmışlığındaki zorbalık, iğrenç yönetim, adaletsiz hukuk sistemi veya ruh hastası rahatsızlar birlikteliğine uyum sağlamak zorunluluğunu ele alması değildir. Çok daha dayanılmaz olan kişinin artık kendinden kaçabileceği veya sığınabileceği yeri yoktur. İnsanoğlunun en çok yalan söylediği, kandırdığı, oyaladığı, bahanelere sığındığı ve suçladığı koskoca dünya dışarıda kalır ve içerideki suçluyu yani kendini tanıma zorunluluğunu geçirme süreci yine en çok kişinin kendini şaşırtır, üzer, yıkar veya ayağa kalkmasını sağlar. Kişinin kendine hapsolması alabildiğine zor, karanlık ve korkunç bir yolculuğa çıkartır. Chapman şöyle ifade eder durumu; ‘burada “kendim olmadığımdan” korkuyorum. Ve aslında “kendim olduğum” için korkuyorum. Hapishanenin en korkutucu yanı diğer insanlar değil Dina. En korkutucu yanı gerçekte kim olduğunla yüzleşmek çünkü bu duvarların arkasına bir kez geçtikten sonra koşup kaçabileceğin bir yer yok! Koşabilsen bile gerçek, insanı burada yakalıyor Dina. Ve seni köpeği yapacak olan şey, o gerçek.’ Şartlar müsaade ettiği sürece kişinin ‘iyi’, ‘doğru’, ‘dürüst’ görünmesi bir yana genellikle bu görüntüye kişi en çok kendisi inanmaz mı genellikle? İyi niyetli, saf, aşık ve kurban olduğuna inanan Chapman ne kadar saf, gerçekten iyi ve cidden kurban olup olmadığını düşününce asıl muhasebe başlar.
Böylece Chapman’ın kendisine neler olduğunu anlayamadığı, pişmanlık duyduğu, utandığı, isyan ettiği veya kabullendiği olaylar sürecinde anlatı ‘belki ben de kendimi bilmiyor tanımıyor olabilirim’ şüphesiyle renklenir. Üstelik bu sorular son derece temel varoluş meselelerini kapsar. En dikkat çeken, sorgulatan veya en azından kafa karıştıran ana konu toplumsal cinsiyet dayatmasının hapishane ortamında dikiş tutmamasıdır. Burası sözde kadın hapishanesiyken içerisi kendisini erkek hisseden ve öyle yaşayan kadınlar, lezbiyenler, biseksüeller, bir tane de olsa transseksüel ve kuşkusuz heteroseksüellerle doludur. Yani toplumsal cinsiyet dayatması yerine farklı dayatmaların yaşandığı uzamlarda farklı bir özgürlük alanı doğmuştur ve ilk başta artık heteroseksüel olduğunu zanneden Chapman gün gelir hiçte öyle hissetmediğini ve kendisini bir takım dayatmalar ve tehditlerle uyumladığını ve gerçekte lezbiyen olduğunu bir daha keşfeder. En azından kafasındaki kalıp yargılar kırılır ve kendi cinsel kimliğiyle yüzleşir, kabullenir ve daha mutlu hisseder. Kaldı ki biseksüel, heteroseksüel ya da lezbiyen olmanın çok anlam ifade etmediği bir viraja girer. Tüm bunları dışarıdaki erkek nişanlısını çok sever, özler ve arzularken fark eder üstelik. Çünkü bir gün hapishane müdürü dışarıda ailesi, arkadaşları ve yakın çevresinin baskıladığı ve ayıpladığı gibi kendisini lezbiyenlikle suçlar, aşağılar. Chapman mutsuz, ezik, yetersiz ancak sistemin maşası olmuş zavallı bir yetkilinin acımasızlığı karşısında cinsel kimliğini ve duruşunu netleştirir ve artık uyumlanmak yerine bedenini ve kendini duyumsamayı seçer. Hem de öncekinden çok daha şiddetli, tutkulu, kararlı ve keskindir.
Dinler, kurallar, yasalar ve toplumsal ahlak anlayışının dışında gerçekten masum bir hayat keşfeden ‘suçlular’ tüm öğretilen rolleri de çorap söküğü gibi lime lime ederler ve bu esnada kimi dayanamaz intihar eder, kimi öldürülür, kimi yeni doğrular edinir. Ne var ki ‘doğru’ bilinen, kabul edilen ve uyulan doğrular bazen fazlasıyla yalan ve yanlıştır. Ancak içeri tıkılan insanlar hiçbir yere çıkamadıkları teller, duvarlar, demirler ardından içsel yolculuklarında çok uzaklara giderler. Her bölüm de Chapman ve çevresindekilerin ya daha karanlık çıkmazlara girip kendi girdaplarında mahvoldukları, ya da maneviyatı sağlamlaştırmak için sıkı sınavlar verdiği görülür. İkinci sezondan itibaren Chapman ana odak noktası olmaktan çıkar artık dört duvarın içinde kalanların aksiyonuna göre hikaye sürekli merkez kaydırır ancak ilgiyi, heyecanı ve önemi azalan bir metin yerine sürükleyen bir yapı oluşur. Sanki kendiliğinden olur gibi anlatılır her bölüm. Öyle ki Chapman artık kenara itildiğinden veya hikayesi tükendiğinden değil, kimse kendi yaşamında tam anlamıyla başrol oynayamadığından ve hapishane de başrol olamayacağından galiba. Aynen dışarısı gibi!
NOT: Hapishane dizisi olunca bizim için en bilindik ve beklenir klişe mutlaka saz çalınmasıdır. Dizi de bizden kimse olduğundan saz çalan da yoktur maalesef ancak bölüm sonlarında gerçekten çok etkileyici şarkıların tadına da varılabilir. Tabii biz de gitar varsa sahilde geçer olay ama bu seferlik böyle olsun!