The Giver ülkemizde pek bilinmese de İngiliz edebiyatı içinde genç kuşağı etkilemiş distopik kurgulardan biridir. yirmi yıl önce Lois Lowry’nin yazdığı eser Newberry Medal kazanmıştı. O günden bugüne okullarda gençlere George Orwell, Aldous Huxley gibi ustaların eserlerini daha iyi anlamaları için bir yol haritası olarak okutuldu.

Kitabın çıktığından beri film adaptasyonu konuşulur dururdu. Jeff Bridges da yapımcı olarak anılırdı. Sonunda filim uzun bir yapım aşamasından sonra gün yüzüne çıktı ve Bridges da “The Giver” rolünü kaptı.

Phillip Noyce’un yönetip Michael Mitnick’in kitap uyarlamasını yaptığı The Giver büyük yıkımdan sonra insanların yeni bir distopik düzendeki hayat mücadelelerini anlatıyor. Tekrar savaşlar olmasın diye insanların tüm duyguları alınmıştır. Böylece aşk ve sevginin olmadığı bu dünyada nefret, kıskançlık, garez de yoktur. Bebekler kontrol altında belli ortamlarda taşıyıcı anneler sayesinde dünyaya gelir ve en güçsüzler elenir. Diğerleri ise seçilen ailelerin yanına verilir. Aile kavramı da bildiğimiz gibi değildir. Tamamen sistemin devamı için vardır.

Ancak bu renksiz yeni düzen(ki filmde siyah beyaz olarak anlatılır) geçmişini bilmeyen, anıları olmayan vatandaşlar tarafından sorgusuz kabul edilmiş olsa da bazıları için başka bir yaşam mümkündür.

The Giver dilediğiniz gibi konuşmanın da yasaklandığı bir dünyanın nasıl olabileceği ile ilgili bir distopya. Öyle ki sevgi demek bile bir küfür gibi algılanıyor ve insanlar birbirinden sürekli özür diliyor.

Bu düzenin devam etmesi için komünite içinde bir The Giver(verici) bir de receiver(alıcı)’ya ihtiyaç duyuluyor. Ergenliğe giren gençler kendilerine en uygun işe sistem tarafından atanırlar. Jonas (Brenton Thwaites) da yeni alıcı olarak atanır. Tüm insanlık tarihinin aktarılacağı Jonas, Verici(Jeff Bridges)’dan eğitim almaya başlar. İnsanların yeni sistemde yasak olan duygularını öğrendikçe dünyası siyah beyazdan renkliye dönen Jonas(Aynı “Pleasantville” gibi) aşkı, sevgiyi, aileyi görüp tüm insanları kurtarmak ister. Ancak Jonas’ın izlenen davranışları çok geçmeden sistemi karşısına almasına neden olacaktır.

Film daha önceden de belirttiğim gibi gençlere distopya dersi niteliğinde. Atmosfer güzel yaratılmış, bulutların üstündeki yaşam görselliği arttırıyor. Ancak filmdeki karakterler çok soğuk ve yüzeysel, laflar çok basmakalıp. Tüm yük köyün delisini oynayan Bridges’a düşmüş ama o da kurtarmaya yetmiyor. Ancak türe uzak gençlik için yakışıklı oğlan, güzel kız kombosu ile iş yapabilir. Bu noktada da The Hunger Games’in koltuğunu sallayabilecek bir gücü yok. Distopya’yı yalamış yutmuş seyirciler için ise çerez niyetine seyredilebilir.

 

 

Türe merhaba niteliğindeki filmin öncüllerine bir bakalım:

 

Brazil(1985)

Sam Lowry’nin bürokrasi ile başı derttedir ve tek isteği tüm teknolojiyi ve bu futüristik dünyayı geride bırakıp hayallerinin kadını ile beraber olmaktır. Ancak sistem onun bombalama faaliyetlerinin arkasındaki isim olduğunu söyler ve böylece hayatı tehlikeye girer.

 

Nineteen Eighty-Four(1984)

George Orwell’in aynı adlı Distopik başyapıtından uyarlanan film totaliter bir rejimin insanlar üzerindeki baskısını anlatıyor. “Big Brother” hepimizi izliyor.

 

Soylent Green(1973)

Dünya nüfusu patlamış, kaynaklar kirlenmiş, yiyecek tek şey ne olduğunun bilinmediği Soylent denilen denizden geldiği söylenen bir besin. Ve bu gizemli besinin ne olduğunu çözmeye çalışanlar.

 

Blade Runner (1982)

Kurgu Bilim edebiyatının önemli isimlerinden Philip K.Dick’in “Do Androids Dream of Electric Sheep?” öyküsünden uyarlanan film distopik bir Los Angeles arka planında replikant denilen robotlar ile insanlar arasındaki ilişkileri anlatıyor.

 

Mad Max (1979)

Tamamen yıkım ve kaos içindeki bir dünyada yol alan eski polis Max ailesinin katledilişinden sonra bir vigilante’ye dönmüş ve kendince doğru olan değerlerin peşine düşmüştür.

12 Monkeys (1995)

Gelecek 12 Maymun adlı bir çetenin yaptıklarından dolayı tehlikededir. Tehlikeli bir virüs yayılmış ve insanlığın sadece %1’i kurtarılabilmiştir. Zamanda yolculuğu bulan sistem 12 Maymun’un yaptıklarını düzeltmek için bir mahkum’u geçmişe yollar.

 

The Matrix (1999)

Sistem bu sefer robotların elindedir ve insanları sadece enerji ihtiyaçları için canlı tutmaktadırlar. Seçilmiş kişi Neo ve Morpheus’un başı çektiği ekip insanlık için mücadele verecektir.

 

Logan’s Run(1976)

2274 yılında insanlık neredeyse kusursuz görünen bir sistem ile yönetilmektedir. Tüm dünyevi zevklerin serbest olduğu bu yaşamda tek problem 30 yaşına geldiğinizde bir seremoni ile öldürülmenizdir. Logan sistemin dışına çıkınca gerçek dünya ile tanışır ve geri dönüp sistemi yıkmaya karar verir.

 

Children of Men(2006)

Bir şekilde bütün kadınların kısır kaldığı bir dünya. Uzun zaman sonra hamile kalan bir kadını güvenli bir bölgeye taşımaya çalışan bir aktivist çete insanlığın devamı için belki de son umuttur.

 

Planet of the Apes(1968)

Yıllarca bize ne kadar benziyorlar yoksa maymundan mı geliyoruz dedik. Ama bilemedik ki onlar da evrilip bir gün bizi esir alacaklar. Hala devam eden bu unutulmaz distopya gezegenin tek sahibinin maymunlar olduğu bir ortamda insanlığın bu rol değişimine karşı duruşunu anlatıyor.

 

 

Masis Üşenmez
1979 İstanbul doğumlu yazar ilk sinema deneyimini Superman ve Star Wars’la yaşayıp kendini çizgi roman ve bilim kurgu dünyasına atar. Biriktirdiği haftalıklarıyla Star Wars oyuncakları alıp kendi serüvenlerini yazmaya başladığı yıllarda ailesi tarafından Rus edebiyatına yönlendirilmeye çalışsa da orada da Stanislaw Lem, Asimov gibi yazarlarla takılarak bu türden kopamayacağını anlamış, lise yıllarında Arthur C. Clarke, Stephen King gibi yazarları hatmederek …

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.