Sevgili Alin Taşçıyan, benim için “mesleki konumu tartışmalı” diyor ama ben yazmaya devam ediyorum. Ona yazılarımı okutmanın yolu da ismini sürekli anmaktan geçecek sanırım ama kendisini hırpalamak gibi bir derdim yok, rahat olsun.
Tabi yazacaklarım onu da ilgilendirmekte… Öncelikle, bu film festivali enflasyonuna artık siz de şaşırıyorsunuz sanırım. Eskinin kabak, kiraz festivallerinin yerini “film festivalleri” aldı. Parası olan Valilik-belediye uluslararası, parası olmayan üniversiteler-sinema kulüpleri vs. gibi kurumlar da kısa film festivalleri düzenliyor. Kiminde salonlarda oturacak yer yok, kiminde de seyircinin yerinde yeller esiyor!
Peki, neden bu merak? Çünkü bürokratlar “artistlerle” bir araya gelmeyi seviyor, onlarla birlikte kürsüye çıkmayı da… “Kemal Sunal Türkiye’nin Sherlock Holmes’idir” gibi (Şarlo’yu kastediyor olmalı) hatalı cümleler kurarak aslında sinemanın sanatına ne kadar uzak-ilgisiz olduklarını ispat ediyorlar ama mühim olan oradaki halka sinemayı götürmek, sevdirmek!
Pardon da, sinemayı sevdirmek ne demek? 2015 yılında hala böyle bir iddiamız var inanabiliyor musunuz! Bence sıkıcılığın dağlarında gezinen kötü “festival filmleri” olmasa halk zaten sinemayı sever/di. 70’leri hatırlayın; Portakal’da, Koza’da, halkın sinemada izleyip çok sevdiği gerçekten iyi filmlerin yarıştığı zamanları… Neden Türkan Şoray hala festival festival geziyor sanıyorsunuz. Sevdirmiş yaptığı sinemayı bu halka… Sultan’ı geçtim, Nuri Alço’nun bile şimdikilerden daha çok kıymeti var oralı halkın gözünde ama Altın Portakal komitesinden biri çıkıp “Festivaller eski sinemacıların tatil yeri değildir” deyiveriyor. Halbuki, o Yeşilçamlılar senin vitrinin, onlar da olmasa halkın umurunda değil yaptığın festival! İstanbul’dan uçaklarla getirdiğin (bende onlardan biriyim) insanlara seyrettirirsin ancak filmlerini…
Sıkıcı şeylerden bahsediyorum değil mi? O zaman biraz can yakalım.
Bakın, Altın Portakal’ın başı sansürle belada… Altın mı değil mi bilmem ama üzerine “kara sakız yapışmış” gibi eline alanın diğerine fırlattığı bir top oldu Portakal… Twitter’da herkes ağzında bir şeyler geveliyor ama tartışmayı netleştirecek bir tavırdan söz etmek olanaksız. Yılmaz Erdoğan açıkladı; “ben filmi izlemedim, bilmiyorum, sorumluluk bende değil, ben ulusal yarışma jürisiyim” diye… Korkma Yılmaz abi, otur izle, Nuri Bilge Ceylan filmi değil bu 20 dakikada bitiveriyor. Zaten seni jüri olarak değil Portakal’daki “özgürlükçü” sanatçı olarak sorumlu tutuyoruz, biraz cesaret!
Gelelim festival komitesinin dramına… Hepsinin özgürlükçü olduğuna eminim, en azından o şekilde etiketlenmiş durumdalar. Saygın kişilikler bunlar, tesadüfen o konumlara gelmiş değiller ama işte…
Bizim büyük çaresizliğimiz şurada başlıyor; bu komiteyi oluşturanlar iktidara mahkum kişilerden oluşuyor! Bilerek ya da bilmeden o çemberin içinde dönmeye mecbur kaldılar. Zeynep Özbatur, SE-YAP başkanı, yapımcısı olduğu filmlere itirazım yok ama o filmlerin en büyük finansörü Kültür Bakanlığı. Alin Taşçıyan ise SİYAD başkanı… O da Star gazetesinde yazıyor, Kanal 24’te rastlıyordum kendisine geçen sezon. AKP’li belediyelerin yaptığı festivallerin gözde danışmanı. CHP ve Mustafa Akaydın’ın tertiplediği Altın Portakal organizasyonlarına bırakın danışmanlık yapmayı, “Altın Portakal bir karnaval!” diyerek protesto eder, gitmezdi bile… Hülya Uçansu’ya bir şey diyesim yok, onu hala İpekyolu Film Festivali’ndeki jüri skandalıyla hatırlıyorum.
Bu komiteler, kurullar, danışmanlıklar vs. sinema sevgisiyle açıklanamaz sadece… Bunlar akçeli işler, güçlü bir ekonomisi var. O yüzden bu insanlara “hadi istifa et” falan demeyin, edemezler. İktidarla aynı parkta oynamak böyle bir şeydir, “yoruldum” deyip kaydıraktan inemezsin!
Şu meseleyi netleştirelim mi artık?
Aslında sinema sanatı özgür falan değilmiş, bunu 20 dakikalık bir belgesel sayesinde anladık. Bundan sonra herkes durduğu yeri iyi seçmeli. Türk/iye sineması yıllardır dönüştürülüyor, artık süreç tamamlandı. Fonlar sayesinde iktidara bağımlı bir “bağımsız sinemacılar” çağı başlatıldı. Hükmedenlerin işine gelen “özgürlük alanlarında” çekilmiş filmlerle doldu ortalık. Film çekmek için fonlara talip sinemacıların bazıları bilerek ya da bilmeyerek daha özgür bir Türkiye’de yaşadığımız illüzyonuna hizmet ettiler, ona göre yazılmış senaryolar fonlandı. Bazı isimlerin bu kadar önemli yerlere gelip suyun başını tutmalarının sebebi; bizi bitmiş karakterlerle dolu nihilizm bataklığında boğmak… “Meselesi olan” sinemadan ödleri patlıyor!
Tabi, asla sinemalarda gösterilmeyecek kısacık bir belgesel ve cesur bir ön jüri sayesinde imparatorluk gemilerine epey top isabet etti. Bundan sonra, sinema-sanat vs. nutukları atıp dolaşmak zor olacak, toplum vicdanında kirlendiler. SiYAD üyeleri, başkana rağmen açıklama yaptı baksanıza… Alternatif SİYAD diye bir şeyi telaffuz eder olduk. Hoş, iki üç gün sonra kol kırılır yen içinde kalır duygusallığıyla hareket etmeye başlayacaklardır ama ortalık zımba gibi bağımsız sinema yazarlarıyla dolu, SİYAD’ın artık her daim alternatifi var.
Festivaller, danışmanlar, jüriler… Vicdanı olmayan, akçe hesabıyla girişilince tuhaflaşan, samimiyetsizleşen, sinemayı yapanları / yazanları üzen şeyler bunlar… Üzülmeyenler varsa ki var, not almanın tam zamanı!
Ne demiş Tarkovski usta;
“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.”
MURAT TOLGA ŞEN / murattolga@gmail.com