Da Vinci yeryüzüne gelmiş en dahi insanlardan biri olarak sanatçı, bilim adamı, savaşçı, kaşif, şair, mimar, müzisyen veya herhangi başka bir etiketle tanımlamayla daraltılamayacak, sırrı ve sınırları çözülememiş bir aydınlanma sembolünün ete kemiğe bürünmüş halidir.
Birkaç alana sığdırılamayacak dehası deşifre edilemez kutsal kitaplar kadar çekici ve kahramanlıkların çok ötesindedir. Dolayısıyla bir kahramanda hatta süper kahramanda olması gerekenden çok daha fazlasına sahiptir. Dizi de karakterden yola çıkıyor zaten ve sık sık ‘yok artık’ dedirtse de olay örgüsü, konuyu işleyişi, akıcı dili ile seyirciyi her bölümde şaşırtmayı ve kendine bağlamayı başarıyor. Öyle ki ilk sezonun sonunda sanat tarihçisi, dönem meraklısı veya oyuncuların özel hayran kitlesi olmayanlar dahi yapımın işleyişindeki zeki manevralar sayesinde diziyi bırakamıyorlar. Bir pazarlama kalıbı olarak kullanılan Leonarda Da Vinci miti son dönemde bolca kullanılan ve yapımcıların yüzünü güldüren zengin bir malzeme, kaldı ki dizi obsesif tarih meraklılarının dışında kitleleri elinde tutacak bol oyuncaklı bir iş sunuyor. Sanat ve tarih sevgisi olmayan seyirciyi de anlatıya bağlayan sürükleyici, ilginç ve estetik bir akış yakalayan metin, bu sayede bir yandan bilgilendirdiği ya da öyle bir yanılsama yaratmayı başardığı için adım adım izleyicisini elinde tutmaya devam ediyor.
Her şey bir yana, Vatikan’ın tarihinden itibaren ne kadar çıkar politikaları üzerinden çalışan bir sistemi olduğunu göstermesi açısından ve fantastik öğeleri tarihin içine ölçüyle yedirdiğinden izlenmesi bolca keyiflendiriyor. Siyaset, sanat, bilim ve din gibi kurumları; bu yapıların iç içe girift işleyiş mekanizmasını ve tek tek bağımsızlıklarının diğerinin entrikaları üzerinden sağlanan dokunulmaz tabularıyla çalıştığını hızla didikleyerek en kutsal bilinenin ipliğini pazara çıkartıyor. Sadece bunun için bile altı çizilerek değerli bir yapım olduğu iddia edilebilir kolayca. En çok Vatikan’da pazarlanan inanç kuralları yine görülüyor ki en çok uygulayıcıları tarafından deliniyor, daha doğrusu dikkate bile alınmıyor. Papa’nın Tanrı’nın değil bizzat iktidarı uğruna şeytanın yolundan gittiği, dahası şeytana dönüştüğü ve tüm gücünü çevresini tuzağa düşürmek ve bitirmek üzere kullandığını gösteren çok fazla yapım olmadığına göre dizi önemli bir işlevsellikle dini kurumları mercek altına almayı önerdiği için takdiri hak ediyor. Çocuk istismarından, bankasına, kütüphanesine kadar yüzlerce karanlık sırla dolu tarihi birazcık aydınlatması bile epeyi bir kan, kir ve haksızlığın su yüzüne çıkmasını sağlıyor. Koskoca kiliselerin sorgulanamaz çatısı altında dönen dolapların çıkarcı bir siyasi yapıdan çok daha kirli, çirkin, acımasız ve insanlık dışı pazarlık ve hesaplarla işleyişi çırılçıplak anlatıldığı için dizi tüm kusurlarını gizleyebiliyor çoğunlukla.
Eli ayağı öpülen papaların sapkınlıkları, diğer yaptıkları yanında gayet masum kalacak kadar şok ediyor her bölümde. Hatta ilerleyen bölümlerle beraber kilisenin içinde depolanan ve halktan kasıtlı olarak saklanan bilgi kaynakları, hazine sandıkları olduğu hurafesiyle neredeyse varlığından şüphe duyulmayan cennet cehennem anahtarlarına tek tek ulaşılıyor. Dini ve siyasi karakterlerin derinliklerine inildikçe, siyasetin ve kilisenin ayrılmaz bütünlüğünün kucaklayıcı değil hapsedici iğrenç yüzü ve kocaman hesapları altında ezilen insanoğlu yeniden resmediliyor. Elele çalışan din ve siyaset, dönemin insanı için sığınılacak yuvalardan çok kuşatıcı cendereler halinde ve kesinlikle kendi dışında kalanı yaşatmayan tehdit unsurları olarak yükseliyorlar. Tüm sınıflandırma ve seçme kriterlerinin aynı eller tarafından kendi çıkarlarına göre yapıldığı ve kamusal yaşamın her anlamda çekirdeğini oluşturan din adamlarının zulmü net, direkt ve kestirmeden veriliyor. İyi ki de böyle yapılıyor çünkü anlatının en kuvvetlenerek değer kazandığı kalp atışları da seyirciye anlaşılır ve kaçınılmaz şekilde verilmiş oluyor. Hiç olmadık maceranın kilit noktası, düğüm ve çözüm tezleri yine Da Vinci’nin kendini Vatikan’da aynı güçlerin karşısında bulmasından geçiyor. Böylelikle Da Vinci karakterine atfedilen abartılı değerler kilise çatışmasıyla derinliğe kavuşmuş oluyor. Ne de olsa anlatının diğer kısımlarında karakterin kahramana hatta kahramandan da öte süper kahramana dönüşmesi anlamdan ve değerden çok şey yitirmesine sebep veriyor. Ancak Da Vinci tam karikatürize edilerek hiçleşeceği zaman koskoca din adamlarını da aynı aşırı kontörlerle çizilmiş olarak resmedince hem metnin kalitesini hem de işlevini epeyce kurtarıyor dizi.
Da Vinci tüm dönemi kendi olağanüstü şahsı ve kahramanlıkları izleğinde anlatırken kestirme bir dil kullanıyor ve dolayısıyla sorun ettiği her kurum yalın, çıplak, saf ancak gösterişli bir dışavurumla lime lime ediliyor. Bir anlamda metnin her birim ve öğesi kendi kendinin simülasyonuna dönüşerek kendine atıfta bulunuyor. Konunun seyirciyi devamlı yemleyen ana öğelerinden Vatikan’da kenarda ama merkezi oluşturan ve yöneten bir balansla sırlarını ifşa etmeye devam ediyor. Böylelikle sistematik kahramanlıktan sıkılan seyirci de diziyi bırakamıyor.
Ne var ki Da Vinci gibi tüm zamanların en akıl almaz dâhilerinden birine sırf karakteri daha işlevsel ve kahraman göstermek için bu denli özellik yüklenmesi tüm anlatıyı inandırıcılıktan tamamen uzaklaştırıyor. Deri montlu bir Da Vinci portresi sanki en baştan gerçekçi olmaktan uzağa düşeceğini açıklıyor. İşte tam bu nokta da madem fantastik bir tarih dizisi olmaktan çıkıp direkt fantastik bir metne kayılıyorsa, yapmaya kalkıştığı pek çok açıdan değerli tarihi ve kurumsal sorgulama da çöp oluveriyor. Kısacası karakterin döneme ve canlandırdığı değerlere uzak düşen ergen tavır ve tutumları dizinin söylemlerini de gölgeye düşürüyor. Bir deri ceket veya Türk karakter gibi bazı yan öğelerin ezberden yazılışıyla koskoca yapım boşluğa düşmüyor şüphesiz. Ne var ki dünya tarihine viraj aldırıp çağ atlatan bir dâhinin daha felsefi bir kişilik olduğunu var saymak çok daha kolay kabul edilecekken abuk ergen genç tavırları hayal kırıklığı yaratıyor. Asaleti kanından değil içindeki deşifre edilemez dehasından gelen öncü bir karakterin aynı zamanda çok iyi kılıç kullanması, neredeyse koskoca orduları tek başına haklaması hiç gerekmiyor tabii ki. Sonuçta tarihe yön veren ilk 10 karakterden belki de birincisi için böylesi popülist özellikler, karakteri daha izlenir kılmak adına sıradanlaştırıyor. Oysa Da Vinci kutsal kitaplardaki kadar mucizelerle ve çözümüne hala ulaşılamayan boyutsuz bir zekayla popüler olamaz. Pop bir anlatının içine bile fazlasıyla yetecek kadar malzemesi varken neden felsefi boyutu geçiştirilip zehir hafiye birine tenezzül edilmiş anlamak kolay elbette. Böylesi daha merak, ilgi, sempati ve kolaylık sağlıyor belli ki fakat Leonardo olmaktan çıkıyor elbette. Amaç Da Vinci belgeseli çekmek değil tabii ama bu haliyle de anlatı keyifle izlendiği halde seyircisini bağımlısı da yapamıyor, sadece sürüklüyor. İşte o zaman deri ceket daha bir eğreti duruyor, saçı başı ve kirli sakalıyla pop şarkıcısı tadındaki ergen Leo tavırları iyice yavan kaçıyor. Her mistik öğenin bazı el, kol, parmak hareketleri ve ince göz süzüşler eşliğinde Leo tarafından çözüleceğini bilmek birkaç bölüm sonrasında monotonluğa götürüyor.
Türklerle ilgili kısmında ise, yine batılının gözünden klişeler üzerine kurulu mistik bir masalsılık baskın olduğu için gına getiriyor ne yazık ki! Tarihi kişiliklerin yanlış gösterilmesi, dönem hataları ve uydurmasyon dillerde konuşturulan Türkler bölümün ne kadar özensiz ve ezberden yazıldığının ispatı olabilir. Örneğin İstanbul’un bazı bölgelerinin çöl gibi gösterilmesine artık ne denilebilir ki? Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemde son derece zaaflı, zayıf ve kolay aldatılır gösterilmesi ise epeyi bir seyircinin keyfini kaçırıyor tabii. Ne var ki yine de gösterdiği İstanbul siluetiyle Türkiye’nin milyon dolarlarla yapabileceğinden fazla İstanbul reklamı yapıldığından sevindiriyor.
Dolayısıyla anlatı boyunca yapılan önemli Vatikan sorgulaması ve bu minvalde sistemin birbirinden ayrılmaz din, siyaset ve tüm yaşamsal bağlantılarının ilmek ilmek çözerek sergilemesi değerli olsa da dizi, seyirciyi muallakta bırakıyor. Olağanüstü bir dehanın yavan portresi ahenkli, kıvamlı bir uyum yerine kuru bir iz bırakıyor. Çünkü serseri Leo portresinin yüzeyselliği kendi keşiflerinin kahramana ait olmadığı duygusunu güçlendiriyor.
Kısacası dizi seyircisini bağımlısı yapamasa da keyifle izletmeyi başarıyor. Belki Da Vinci’nin en karton haline rağmen tutunmayı başaran metin böylesi muallakta bırakarak başka türlü bir meta seyir zevkine hitap ediyor, belki de abartıyla gerçekçilik arasındaki yapının omurgası çatırdadıkça fantastik öğeler yerli yerine otuyor. Belki yani… Belki memnun ediyor bazen, belki etmiyor ama, deha ve kilise fetişizmini körüklerken eleştirmeyi ihmal etmediği için izleyicisini elinde tutmaya devam ediyor.